Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Trabzon’un güney tarafında yapılan bir yayla şenliğinde birkaç saat boyunca fotoğraf çektiğim gün, onlarla beş-altı kez karşılaşmış olmalıyım. Baba-oğul muydular, kardeş miydiler, kökenleri neydi, nereliydiler, bilmiyorum. Yüzleri, ten renkleri, Karadenizlilerinki gibi değildi; daha çok Romanlara benziyorlardı, hatta Suriyeli mülteci olabileceklerini de düşünmüştüm. Onları ilk gördüğümde dilenci olduklarını sandım; sakat bir çocuk ile yaşça ondan büyük birinin, insanların merhamet duygularını harekete geçirmek için şanslarını denemeleri bildik bir manzaradır. Fakat yanılmıştım. Para istemek için ya da herhangi bir başka nedenle kimseye yanaşmıyorlardı. Kendi başlarına dolaşıyorlardı. Yaşça büyük olanın gösterdiği sebat etkileyiciydi. Genç olan, hep onun omuzlarındaydı. Yüzünde, her karşılaşmamızda büyüyen bir gülümseme vardı. Birbirimize bakıyorduk; onun bir gülümseyişi ve benim baş selamım yeterli oluyordu, birbirimizi anlıyorduk. Hiç konuşmadık. Genç olan ise bana hiç bakmıyordu. Bizim dünyamızda değil kendi dünyasında yaşayan, masum insanlara benziyordu. Bir tiki vardı. Sürekli olarak sağa sola bakıyordu ama aradığı şeyi bulamıyor gibiydi. Ayaklarında bir sakatlık olduğu belliydi, üst kısımlarında beyazlaşma ve büyük lekeler vardı.
Balat’a yeni taşındığım zamanlarda, tekerlekli sedyeyle taşınan, felçli bir adam görmüştüm. Sırtüstü yatan adamın dudaklarının arasında yukarı, gökyüzüne bakan bir sigara vardı. Sedyeyi iten delikanlılar, adamın mırıldanarak söylediği şeylere gülüyorlardı. Altı yıl önce gördüğüm o adam hâlâ felçli, hâlâ aynı sedyede, hâlâ yattığı yerden sigara içiyor ve hâlâ aynı gençler (artık büyüdüler) sedyesini iterek onu mahallede gezdiriyorlar. Yazları haftada birkaç kez rastlaşıyoruz, bazen de onları otobüsün penceresinden, deniz kenarında gezintide görüyorum. Çoğu zaman gülüyorlar. Belli ki adam çok komik biri ve onu kesinlikle çok seviyorlar. Hastalarına senelerce yılmadan, şikâyet etmeden, şefkatle bakan insanlara hayranlık duyuyorum. İnsanın tamamen kendisine bağımlı birine sürekli olarak bakabilmesi için kocaman bir yüreği olması gerekir. 2011 yılında yaylada gördüğüm o ikili için de böyle düşünüyorum. En doğal, en sıradan şeyi yapar gibiydiler. Genç olanın, bir minnet hissi doğurmadan onu taşıyacak birine ihtiyacı vardı; büyük olanın ise, sırf yüreği öyle emrettiği için, şikâyet etmeden birini taşıması gerekiyordu. Mesele bu kadar basitti. Yayla zamanıydı; genç olanın birazcık çocukluğun keyfini çıkarmak için ve yaşlandığında hatırlayabileceği, içini ısıtacak bir anısı olsun diye, orada olması gerekiyordu işte. Ortada abartılacak bir durum yoktu.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz