Fazla kitabımız yoktu o zaman. Hıdivyal Palas’ta dört metreye üç metre bir oda. Bir masada Baron Margosyan, bir masada Oyrort, yani Payline, ütü masasına benzettiğim dar bir masa vardı çapraz ayak, ara ara oradaki Macintosh LC’nin karşısına da ben oturmaya başladım, öbür işleri hâllettiğimde, dizgi yapmak filan için. Kitaplar o zaman birinci hamura basılıydı, ağır çekiyorlardı, Babıâli Yokuşu’ndan çıkıp dağıtımcılara kadar taşımak zordu, kollarım kopuyordu ama onun dışında iş kolaydı. Okuldan çıkıp geliyordum, çok da geç kapatmıyorduk, zaman kolay geçiyordu. Cebim harçlık görüyordu, mavi kart parası da veriyorlardı, her gün bedavadan İstiklal’e çıkmış oluyordum, daha ne olsun.
İnsan evladı hatıralardan ibaret, bize kalanlar, bizimkiler, bizden kalanlar.
Haberi aldığımda sokaktaydım, durup dikildim; telefonun not uygulamasına bu kırık cümleyi yazmışım. İlk düşündüğüm buymuş madem, hatıralarla anlatacağım Tomo Abi’yi; ona kalanlardan, ikimizden, ondan kalanlardan birkaç kırpıntı.
1995, Eylül sonu. Çemberlitaş’ta, Kürkçüler Pazarı Sokak mıydı adı, bir yazıhanede tanışıyoruz. Öğrenciyim, harçlığımı çıkarabileceğim iş bakıyorum, Aras’ın ofisboya ihtiyacı varmış, “Gelsin, konuşalım” demişler anneme. Orası Teknik Döküm’müş, kalıp döker, kuyumculuk alet edevatı satarmış, nereden bileyim. Anneme kızıyorum içimden, kitap işi demişti, etrafta tek bir kitap yok, derli toplu ama sevimli denemeyecek bir ofis ortamı, beyaz ışık, koca koca dosyalar, kaba mobilyalar, ne işim var benim burada... On sekiz yaşındaymışım.
Tomo Abi’nin elinde, bir kâğıda madde madde düştüğü notlar vardı. Hep öyleydi, işleri akşamdan mutlaka listeler, gün boyu yanında dolaştırır, hâllettikçe üstlerini çizerdi. Günlükler, haftalıklar, kısa, orta, uzun vadeliler, bir tomar kâğıt hep dosyasında. Yazarken cümlenin sonuna kadar sabredemez, dört-beş harften sonrasını düz bir çizgiyle getirirdi. Şifre gibi, ancak yakınlarının sökebileceği. Sonra ben de o yakınlardan oldum. Onun şu son on-on beş yıldaki hâlini bilenler, saçının sakalının ak değil kara olduğunu hayal etsin, tip aynı; yeleğine, gömleğine, kumaş pantolonuna kadar. Üniforması gibi. Tevazuun, kıta kanaat etmenin, ihtiyacından fazlasına tamah etmemenin işaretiymiş, bilmezdim.
Cağaloğlu’na kitap götüreceksin, Çemberlitaş’tan kitap getireceksin, akşamları çıkmadan ortalığı toplayacaksın, ketıl var ofiste, onunla su ısıtıp çay ve neskafe yapacaksın, çaycıdan bir şey söylenecekse markaları sayıp vereceksin, saymazsan fazlasını alır (çaycı Mevlüt’le sonradan tanıştım, yapardı), faks çekeceksin, öğrenirsin, postaları alacaksın, vereceksin, dağıtımcıları dolaşıp alacakları tahsil edeceksin, çek verirler, günü gelince onları bankada bozacaksın, öğrenirsin. On dokuz kalem, numaralandırmış bir de. “Yapabilir misin?” dedi, “Yaparım” dedim. Ne diyecektim, harçlığa ihtiyacım vardı. Belki ondan da çok, evden uzakta olmaya. Ardaş Abi’yle de tanıştırdı beni o gün, “Rober” dedi, “Aras’ta işe başlayacak.” Ardaş Abi’nin aklı başka yerde gibiydi, “İyi, iyi” dedi, döndü gitti. Allah allah, ne biçim adamlar bunlar, gördüğüm kimselere benzemiyorlar; hoş, pek kimse de görmemişim o güne kadar; anca Karagözyan’ın, Tıbrevank’ın dört duvarı. Adresi yazdı, elime verdi, “Pazartesi gel başla” dedi. Patronlarımla değil, iki öğretmenimle tanışmışım o gün, çok sevecekmişim, bilmiyordum.
Başladım.
Fazla kitabımız yoktu o zaman. Hıdivyal Palas’ta dört metreye üç metre bir oda. Bir masada Baron Margosyan, bir masada Oyrort, yani Payline, ütü masasına benzettiğim dar bir masa vardı çapraz ayak, ara ara oradaki Macintosh LC’nin karşısına da ben oturmaya başladım, öbür işleri hâllettiğimde, dizgi yapmak filan için. Kitaplar o zaman birinci hamura basılıydı, ağır çekiyorlardı, Babıâli Yokuşu’ndan çıkıp dağıtımcılara kadar taşımak zordu, kollarım kopuyordu ama onun dışında iş kolaydı. Okuldan çıkıp geliyordum, çok da geç kapatmıyorduk, zaman kolay geçiyordu. Cebim harçlık görüyordu, mavi kart parası da veriyorlardı, her gün bedavadan İstiklal’e çıkmış oluyordum, daha ne olsun. Tomo Abi’yle Ardaş Abi’nin çarşıdaki işlerinden çıkıp geldikleri akşamlar o küçücük odada tıklım tıkış oturuyorduk. Ama zaten onlar genelde işleri akşam, evlerinde hâllediyorlardı, yüzlerini o ilk yıl pek görmedim. Galiba 96’da geçtik alt kattaki büyük ofise, alan ferahladı; Takuhi Kuyrig Ermenice dizgi için gelip o zaman katıldı bize, abiler de Aras’ta daha çok zaman geçirmeye başladılar. Asıl o zaman başlamış benim üniversitem meğer, bunu da bilmiyordum. Ne biliyordum ki.
Saroyan karakteri
Aynı okuldan çıkmış olmamızın bizim anlaşmamızda çok payı olduğunu düşünürüm. Ben yatılı okumuştum, abilik kurumu önemliydi, onlar da benden o-hooo, bir sürü sene önce çıkmıştı aynı okuldan, yeterdi onları saymama. Ama abilikten çok fazlası vardı onlarda, sakınmadan verdiler; bağımız bunun üstüne kuruldu. Bir şey dediler mi yapardım, sızlanmak olmazdı; onlar da öylesine alışıktı, öyle görmüşlerdi, sorun yaşamadık. Herhâlde o sayede yavaş yavaş daha çok iş için güvendiler bana, bir şeyler göstermeye çalıştılar, öğrenebileceğime inandılar. Ben de giderek daha çok sevdim her birini ayrı şekilde, kendimi onların yakını saydım; Aras evim, yuvam, onlar da benim yakınlarım oldular.
Aynı okul dedim ya, Tomo Abi Tıbrevank anılarını anlatmayı çok severdi. Okulun banisi Patrik Karekin haftada bir gün akşam yemeğini okulda yermiş, sonrasında Patrik Kalustyan da aynı geleneği devam ettirmiş. O akşamlar balık çıkarmış okulda, “genelde barbunya” derdi Tomo abi, barbunya severlermiş, çocuklar bayram edermiş. Sonra, 64’te William Saroyan’ın okula geldiği günü hatırlardı heyecanla. Defterinde el yazısı vardı büyük yazarın, koca koca harflerle; saklıyordu, zaten her şeyi saklıyordu. Tomo Abi’nin hareketlerinin büyüklüğünde, coşkusunda, neşesinde Saroyan’dan bir şeyler yok muydu? Aklım almazdı her sabah duaya gitmiş olmalarını öğrenciyken, okulun ruhban eğitimi statüsü 72’de kaldırılmıştı, biz laik zamanların öğrencileriydik. Kurduğu bağlara da inanamazdım. Bir sınıf ki, tek İstanbullusu oymuş. Kayserili, Malatyalı, Diyarbakırlı, Gümüşhacıköylü, Sivaslı, Elazığlı çocuklar, hepsi bir sınıfa doluşmuş. Bizim zamanımızda bir Cemo vardı, Hatay’dan. Çok uzaktan geldiği, ailesi orada, köyünde olduğu için özlem çektiğini bilir, onunla beraber üzülürdük. Tüm çocukların Anadolu’dan geldiği onların sınıflarında kim, neyi, nasıl özlerdi acaba? Oraları pek anlatmaz Tıbrevanklılar, varsa yoksa arkadaşlıkları, çok sevdikleri öğretmenleri, beraberce ördükleri yatılı okul efsaneleri.
Tomo Abi ruhani olmak istemiş – bunu da aklım almazdı. Vazgeçmeseydi patrik olurdu kesin diye düşünüp gülüşürdük: Kadasetli Patrik Tomo Hazretleri... Apoletler yakışmazdı ki omuzlarına, bunalır, söker atardı. Dinî eğitim almış, liseyi bitirdikten sonra Patrikhane’de kalmış. Orada abilerinin akşam yemek yapmak için kendisini kasaba gönderdiğini anlatırdı. En sevdiği hikâyelerden biri. Jan Kalaycı’ydı galiba, ondan iki-üç sınıf büyük, on lira mı, on kuruş mu verirmiş o zamanın parasıyla, “Tomo, git bununla kıyma al” dermiş. Tomo Abi, “Ben İstanbul’da evde, bolluk içinde büyüdüm, kıyma en azından kiloyla alınırdı, o parayla kasaba gitmeye utanırdım” derdi. Dükkânda her gelene sırasını verirmiş ki kasapla baş başa kalabilsin, fukaralığını kimse görmesin. Adam makinenin düğmesini çevirir, sonra hop, hemen durdururmuş. Eliyle o hayali düğmeyi açıp kapatmaya bayılırdı. Makineden o bir saniyede ne kadar kıyma düştüyse, alıp dönermiş Patrikhane’ye. Herkesten fazla kendi gülerdi anlattığına, koca kahkahasıyla.
Kısa pantolonlu Yetvart
Daha küçükken, Tıbrevank’taki ilk haftasında, okula kısa pantolonla göndermişler bunu. İstanbul çocuğu yaz-kış öyle giyinirdi o vakit. Gel gör ki Tıbrevank’ta İstanbullu yok, taşradan gelmiş, büyük şehri ancak trenle Haydarpaşa’ya gelince görmüş o erkek çocuk kalabalığı, aralarına alıp bir güzel hırpalamışlar, henüz Tomo adını almamış minik Yetvart’ı. Pandikler, laf atmalar... Pazar günü, babası ziyaretine geldiğinde tutturmuş Tomo Abi, “Pantolon isterim, bana pantolon al” diye. “Pazardır oğlum, her yer kapalı, nereden bulayım ben pantolonu.” “Bana ne, ben pantolon isterim.” Bedros baba çaresiz, Bağlarbaşı’na çıkmış, allem etmiş kallem etmiş, bulmuş pantolonu. Yüz yıl geçti, hiç kısa pantolonla görmedim Tomo Abi’yi.
Sonra, 12 Eylül zamanı, Tuzla’da üç aile yaşayıp, çiçek yetiştirip süt sattıkları, biyogaz üretmenin hayalini kurdukları zamanlar. Bir sabah Karagözyan’a süt bıraktıklarında, Haço Abi uzaktan “Kırk üç!” diye seslenmiş, 43 litre süt verdik manasına. Meğer o gün ASALA kırk üçüncü saldırısını mı düzenlemiş, kırk üçüncü diplomatı mı öldürmüş... İhbar, Gayrettepe, Emniyet, sorgu sual. Kılı kırk üç yarmışlar mevzuun sütle ilgili olduğunu anlatmak için; ucuz kurtarmışlar hapisten, türlü kötü ihtimalden. Tevekkeli değildi çantalarında Ermenice kitap taşımaktan çekinmeleri 90’larda bile.
Herkes söyleyecektir, koroya ben de katılıp tanıklık etmeliyim: Tomo Abi ömrüm boyunca bir başka örneğini görmediğim, heyecan, aşk ve tutku dolu insandı. Yorulmak, durmak bilmez, sürekli çalışır, aklı daima işte ve bir şeyler üretmekte bir âdem. İşleri gittikçe büyüyen Teknik Döküm’de bütün gün mesai yaptıktan sonra bizim ofise gelir, orada da birkaç saat çalışır, akşam da eve gidip çalışmaya devam ederdi. Ardaş Abi’nin, mezarı başında, hepimizi Saroyan’ın zavallı bağrı yanık Arap’ına çeviren o su gibi tampanagan’ında söylediği gibi, daima fikir üreten, âdeta fikir saçan bir insandı. Aklının hızı bizim Aras’ta yapabileceklerimize beş tur bindirir, o gene de durmazdı. Öyle insanlar genelde fikri takiple ilgilenmezler; o takibi de elden bırakmazdı. O kadar tezcanlı, heyecanlı, telaşlı olmasaydı, bir masada uzun süre oturabilseydi, büyük bir âlim, akademisyen, yazar, araştırmacı olurdu diye düşündüm hep. Ama o olduğu gibiydi ve öyle olmayı tercih ederdi; duramazdı yerinde, sürekli hareket hâlindeydi. Ve emeği yalnızca zihinsel bir emek değil, aynı zamanda çok fiziksel bir emekti. Fuar zamanları o yorucu ortamda dokuz gün boyunca aralıksız çalışmaktan, insanlarla tek tek ilgilenmekten yüksünmez, akşam eve gider, Payline’yle birlikte ertesi gün standda yiyeceğimiz sandviçleri hazırlama işine koyulur, sabah hepimizden erken kalkar, bizleri evimizden birer birer alır, fuara taşırdı. Bu kadar çalışkanken, iş eğlenceye geldi mi ondan daha kolay ‘moda giren’ de olmazdı. Sofrada, rakı ya da şarap içerken hep keyiflenir, Ermeniliğinin hakkını verircesine yemekteyken yemekten konuşur, geçmiş günlerden, gelecek hayallerinden söz etmekten sonsuz haz duyardı. Şarkı söyleniyorsa en yüksek tonda söyleyen, halaya durulacaksa halaybaşı olan, şiir okunacaksa en kalpten okuyan oydu.
I would prefer not to
Belli bir yaşa gelene kadar, tatil yapmaktan bile hoşlanmadı. Vakit kaybı gibi geliyordu ona. Sürekli çalışmalı, bir şeyler üretmeliydi. Bunun onda, onlarda bir maraz olduğunu görüyordum, nedenlerini ise şimdi şimdi anlayabiliyorum. Her şeyi yok edilmiş bir halkın evladı olarak geride kalanın yalnızca söz, yazı, iş olduğuna yürekten inanmıştı Tomo Abi, telaşı bundandı belki. Zaten, durup kendine, içine bakan kuşaktan da değildi; onların önünde hep dünyayı değiştirip dönüştürme hayali vardı. İçe dönmek lükstü, nasılsa gelecek güzel günlerde herkes mutlu olacaktı, ne gerek vardı. Kendini işe koştu, işe koşmak bir kaçıştı aynı zamanda, geçmişten geleceğe doğru.
Otuz yılda iki kere büyük kırıldık birbirimize. İkisi de benim gitmemle ilgiliydi. Ama ben ayrılma inceliğini de Tomo Abi’den öğrendim. Duyduğumuz sevginin zorlukları aşacağını, kötü duyguların gelip geçebileceğini, hukukumuzun sonsuza dek süreceğini, öfkenin ya da kırgınlığın tortusu geçip günü gelince gene yan yana, sırt sırta olacağımızı, gene bir şeyler üreteceğimizi. İlkinde o bana gösterdi, galiba ikincisinde önce ben titizlendim aramızdaki bağı korumaya; koruduk. İyi ki öyle yapmışız, başka türlüsü olsaydı affedemezdim kendimi.
Tomo Abi’siz bir dünya hayal etmek istemem. Bilerek “zor” ya da “mümkün değil” değil, “istemem” diyorum, istemiyorum çünkü. İnsan alışıyor, biliyorum, nelere alışılmıyor, ama ben alışmak istemiyorum. I would prefer not to... Ben Kurtuluş’ta bilgisayar başında bir şeyler yazar ya da düzeltirken onun aynı anda Burgaz’daki mutfakta Payline’yle fasulye ayıkladığını, soğan doğradığını, bir kitaba çalıştığını bilmediğim bir dünyayı ne yapayım. Vapura atlayıp yanına gidemeyeceğim, “İç be oğlum, seversin” deyip bana bir kadeh Kalecik Karası doldurmadığı bir dünyayı. Bin kere dinlediğim hatıralarını masal dinleyen bir çocuk gibi yeniden dinleyemeyeceğim, her dinlediğimde yeni bir ayrıntı fark etmediğim bir dünyayı. Onun gidişine ağlarken, aslında kendime ağlıyorum, işte bunu biliyorum.