Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
İçinde bir kilisenin olduğu ilk anım dört-beş yaşlarımdan. Kamışlı’da, anaokulundaki ilk senemdi. Okul ve kilise aynı avluyu paylaşıyordu. Hafızamda tek bir görüntü var, gayet berrak. Kilisenin girişinde, biraz içeri doğru, ayakta durmuşum. Kapı aralığından sızan göz alıcı gün ışığı dışında her yer kapkaranlık. Kilisenin iç kısımlarına gitmek istemiyorum, çünkü korkuyorum. Bakışlarım girişin yanındaki küçük kapıya kilitlenmiş, dehşet içindeyim, kalbim tir tir titriyor. Öğretmenim az önce orasının ‘fare odası’ olduğunu, yaramazlık yapanları o odaya kapadığını, kapamadan önce de, aç fareler kemirsin diye kulaklarına tereyağı sürdüğünü söylemiş. İşte size, erken çocukluk döneminde başarılı bir terbiye yöntemi! “Başarılı” diyorum, çünkü öğretmenin o uyarısıyla, anaokulu boyunca uslu bir çocuk olmaya çalıştım ve o kapının ardında ne olduğunu hiç görmedim. Mezun olana kadar, kulaklarımın yarısı yenmiş hâlde belirdiğim o korkunç imge zihnimde dönüp durdu. Çocukluğa özgü günahkârlık ve suçluluk duygusu bende sanırım o gün başladı. Bu başlangıcın, kilisenin içindeki o kapıyla ilgili olması ilginç tabii; tesadüf diyelim...
O gün orada dikilirken burnuma gelen, hâlâ gayet iyi hatırladığım bir de koku var; mumlardan ve tütsüden yükselip, bana huzur dolu bir hayal içinde yüzüyormuşum gibi bir his vererek minik yüreğimi teskin eden bir koku...
Çocukluğum boyunca, Kilise, içimde birbiriyle savaşan bu iki duyguyu temsil etti benim için – çalkantılı ve şiddetli bir suçluluğa karşı, sakinleştirici bir ahenk. Biz çocuklar açısından, iyi bir insan olmak hiç de kolay bir seçenek değildi. Allah’ın bizi gün boyu izleyip kaydettiği ve öldükten sonra, bu hayatta iyi insanlar olduğumuzu kanıtlayamazsak doğal olarak cehenneme gideceğimiz düşüncesine saplanıp kalmıştık. Beyrut’taki yıllarımda, din derslerinde Papaz’ın iyilik yapmak ve iyi bir Hıristiyan olmak konusunda anlattığı hikâyeler de fayda etmedi. Doğuştan günahkârlığa mahkûmduk âdeta, öyle geliyordu bize. Papazlar ve çoğu yetişkin, bize kötü düşüncelerin ve günaha yönelme eğiliminin doğamızdan geldiğini hissettirirdi; bunlardan kurtulmak için büyük bir gayret göstermedikçe, cennete gitmek gibi bir olasılık söz konusu değildi. Mesele, iyinin ve kötünün bize sunulma biçimiyle ilgiliydi; buna göre, iyi olmak için çok çalışmamız gerekiyordu, çünkü her an şeytana uyup kötü olabilirdik. Yani, “Şöyle şöyle yaparsan cennete gidersin” denmiyordu hiçbir zaman; formül tersten kuruluyor, şöyle ya da böyle yapmayanın kesinlikle cehenneme gideceğine inanılıyordu.
Bana kalırsa, küçük bir çocuğa ne anlatırsanız anlatın, kaç tane cehennem resmi gösterirseniz gösterin, çocuk sonuçta çocuktur ve yetişkinlerin onunla hayat bilgisi olarak paylaştığı her şeyi eğlenceli tarafından tutar. Aynı şey Kilise konusunda da geçerli. Evet, henüz ufacıkken bana anlatılan, günahın ve cehennemin tasvir edildiği hikâyeler ödümü koparmıştı ama Kilise’nin kendisi ve bana sunduğu şeyler çok da eğlenceliydi. Kuzenlerimle birlikte gittiğim Pazar okulunu hatırlıyorum. Öğretmen durmaksızın İncil’i anlatırken, biz sadece oyun oynayıp şakalaşırdık. Salı öğleden sonraları Cizvit misyoner merkezindeki toplantılarda, bize kurtuluşa giden yola dair bir şeyler öğretmeye çalışırlardı ama bizim oraya gitmemizin asıl nedeni tatlılar ve gösterdikleri Fransız filmleriydi. Bizim kilisenin ayinlerini de severdim – Cırakaluys ayininin ardından elimizdeki mumları söndürmemeye çalışarak eve gitmek, evlerde yapılan vaftiz törenleri, Paskalya’da yumurta tokuşturmak, sonbaharda yakılan şenlik ateşi...
Zangoç Tavit Dayı kilisenin avlusunda mum yaparken onun yanında durmayı çok severdim. Babamın kuzeniydi, çok sakin bir adamdı. Fitillerin erimiş balmumuyla dolu kaba daldırılıp muma dönüştürülmesini izlemeye doyamazdım. İşin en güzel kısmı, balmumunun soğumasıyla başlardı. Tavit Dayı elimi o kaba sokmama izin verirdi; elimi kaptan çıkarır çıkarmaz, üzerindeki balmumu katılaşıp ince bir eldiven hâlini alırdı. Elimi şekilden şekle sokardım, çeşit çeşit ‘el maskeleri’ yapardım balmumuyla oynarken.
Biz çocuklar, sokakta yürüyen papazların elini öpmeye de bayılırdık. Bir papaz gördüğümüz an, ister bizim papazımız olsun, ister Süryani papaz, ister Keldani, oyunu bırakır, duasını almak için koşup yanına gider, elini öperdik. Hatta hangimiz daha çok el öptü diye yarışırdık. Eğlenceliydi. Ayrıca o eller hep mis gibi kokardı – tütsü ile balmumunun içi içe geçmiş rayihasına, kullandıkları sabun ve kolonyanın kokusunun eklendiğini düşünün. Aklıma her geldiğinde bana çocukluğumu çağrıştırdığından, hatırasını bugüne dek canlı tuttuğum bir koku...
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz