Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Gümüşi saçlarından tutun da yüzüğüne, kol saatine, güneş yanığı tenindeki kırışıklara, üzerindeki deri taklidi cekete kadar, her şeyinde bir parıltı vardı. Meksika-Oaxaca’da, o sabah kış güneşi de tatlı tatlı parlıyordu. Adam, güzel bir hayalet gibi, yüzü ahşap bir tripodun üstündeki kutu fotoğraf makinesine dönük hâlde, öylece dikiliyordu. Yoksulluğunu ele veren tek şey, topuk kısımlarına basarak giydiği, eskimiş ayakkabılarıydı. O zamanlar fotoğrafçılık hakkında pek bir bilgim yoktu ama adamın, geçimini sokakta insanların resmini çekerek sağladığını tahmin etmek zor değildi. Şehir meydanının, eski zamanlardan kalma son sokak fotoğrafçısı oydu muhtemelen.
Daha önce hiç o tür bir fotoğraf makinesiyle resmim çekilmemişti. Merak etmiştim. Karanlık oda konusunda çok küçük de olsa bir deneyimim vardı. Film banyo ederken ve fotoğraf tabederken tamamen karanlık bir ortamda çalışmak ve güvenlik ışığı kullanmak gerektiğini, bunların katı kurallar olduğunu biliyordum. Adama, resmimi çekerse basılı fotoğrafı bana ne zaman vereceğini sordum; yarım saat içinde hazır olacağını söyledi. Şaşırmıştım; fotoğrafı nerede banyo edecekti, nerede basacaktı? Karanlık oda olmadan bu işi nasıl yapacağını görebilmek için, fotoğrafımı çekmesini istedim. Bu kadar eski bir fotoğraf makinesinde nasıl bir film kullandığını da sordum; film kullanmadığını, fotoğraf kâğıdının yeterli olduğunu söyledi. Yanında, bir sıvıyla dolu bir kova, bir sünger, bir de koyu renk havlu vardı. Ben pozumu verdim, adam da sihrine başladı – deklanşöre bastı, sonra fotoğraf makinesinin içinden küçük, dikdörtgen bir baskı kâğıdı çıkardı, kovaya daldırıp yıkadı, sonra da havluyla kuruladı. Ben fotoğraf hazır diye bakarken, adam biraz daha beklemem gerektiğini, bunun görüntünün daha sadece negatifi olduğunu söyledi. Kafam karışmıştı. Adam o baskıyı alıp şövaleye benzer bir sehpanın üstüne koydu, sonra merceği odaklayıp deklanşöre bastı. O an anladım; matematikte olduğu gibi, eksi ile eksi yani iki negatif birbiriyle çarpıldığında sonuç artı, yani pozitif oluyordu (– x – = +). Negatifin negatifi, yani pozitif baskı on beş dakika sonra hazırdı. Biraz bulanık olmuştu ama fotoğrafta görünen basbayağı bendim işte. Adamın ellerini öpecektim neredeyse. Işığın sihrini göstermişti bana o eller.
Toronto’ya döndükten sonra, bu fotoğraf ustası, eskimiş ayakkabıları ve o güzel aurasıyla, sık sık aklıma geldi. Aylar sonra bir gün, yine Oaxaca’ya gitmeye karar verdim. Ayakkabı meselesini unutmamıştım. Ona yeni ayakkabı satın alamadım, o kadar zengin değildim ama çok az giydiğim bir çift ayakkabım vardı, onları koydum valizime. Adamın kaç numara giydiğini bilmiyordum ama uyacağını tahmin ediyordum. Şehre varışımın ertesi günü heyecanla meydana, önceki ziyaretimde onu gördüğüm yere gittim. Üstadı bir kez daha görecektim, ona bir kez daha fotoğrafımı çektirecektim. Hatta ben de onun fotoğrafını çekecektim, çünkü elimde bir tek, önceki ziyaretimde çektiğim, yan tarafta gördüğünüz bu kötü pozlanmış kare vardı. Ama adamı meydandaki yerinde bulamadım. Yan sokaklara da baktım, bulamadım. Hiçbir yerde yoktu. Ertesi gün tekrar gittim, yine bulamadım. Meydanda kim bilir kaç kişiye sordum, tanıyan çıkmadı. Epey bir soruşturduktan sonra, nihayet bir ayakkabı boyacısı, yaşlı adamın aylar önce öldüğünü söyledi. İçime bir acı oturdu. Ayakkabıların olduğu paketi çöp kutusuna bırakıp, boğazım düğümlenmiş hâlde oradan ayrıldım.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz