OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Ben hep seni arıyorum İstanbul

Bostan(cı)lar, bağlar-bahçeler de apartmanlara, marketlere yenik düştü. Bir zamanlar sıradan işler olan Feriköy’ün bağlarında gece gezintisi yaparak mehtap seyretmek veya Mecidiyeköy’ün dutluklarında dut, Langa’nın bostanlarında hıyar, Bayrampaşa’da enginar toplamak bugün ancak bir masaldan satırlar olabilir. Bu durumu en genel şekliyle ifade edersek İstanbul yeşilini, doğasını, bitki örtüsünü, faunasını kaybetti.

Ben ‘eski İstanbul’a yetişebilen, onu yaşayabilen kuşaklardan olamadım. Bölük pörçük, hayal meyal birtakım görüntüleri ucundan yakalayabildim sadece. Mesela, sokağımızın sonunda, şimdi Kurtuluş Ortaokulu olan yerde bostanlar vardı. Oraya gider, sebzelerimizi oradan alırdık. Bostancı iyi günündeyse bizim toplamamıza izin verirdi. 

Madem bostanlardan girdik mevzuya, oradan devam edelim. Kanımca –eski– İstanbul’u İstanbul yapan fiziksel üç temel unsur vardı: bostanları ve bağ-bahçeleri; sahilleri; dereleri (belki bunlar kadar temel değil ama bir dördüncü unsur olarak çeşmeleri de eklenebilir). Tabii bunlar da birbiriyle bağlantılıydı; İstanbul’un deresi, suyu bol olduğu için bostanı da çeşmesi de çoktu. Bu fiziksel unsurların yanı sıra İstanbul’a karakterini veren sosyal özelliklerinden biri de Ermeni, Rum, hem Sefarad hem Aşkenaz olmak üzere Yahudi, Süryani, Bulgar, Levanten (unuttuğum varsa siz ekleyin) topluluklarıydı. Bunlar şehrin sosyal, ticari, kültürel ortamında, âdetlerinde görünür ve etkiliydiler. 

İstanbul son 75 yılda hem bu fiziksel, hem de sosyal özelliklerini geri döndürülemez biçimde kaybetti. Sahil yolları, sahilleri öldürdü, bitirdi. Bir boğaz ve sahil kenti olmasına rağmen bugün İstanbulluların denizle ilişkisi olması gerekenin çok gerisinde. Eskinin plajlarından, iskelelerinden, kayıkhanelerinden eser yok. Kayığıyla açılıp balık tutan İstanbul sakini herhâlde binde birdir. Halbuki, sahil semtlerinin eski ahalisinin anılarını okuduğunuzda kayıkla açılıp balık tutmanın başlıca hobilerden biri olduğunu görürsünüz. Tabii, bu insanlar balığı da tanıyor, hangi balığın ne zaman, hangi mevkide tutulacağını biliyorlardı. Tahmin ediyorum bugün İstanbul’da yaşayanların çoğu lüferi levrekten ayıramaz. Bir zamanlar Karadeniz’den Ege’ye bölgenin en lezzetli balıklarının tutulduğu İstanbul Boğazı’nın ve Marmara Denizi’nin bugün nasıl bir kuraklık içinde olduğunu anlamak isteyenler eski yazılanlara, anılara, özellikle de Karekin Deveciyan’ın ‘Türkiye’de Balık ve Balıkçılık’ (Aras Yay.) kitabına baksınlar. 

Bostan(cı)lar, bağlar-bahçeler de apartmanlara, marketlere yenik düştü. Bir zamanlar sıradan işler olan Feriköy’ün bağlarında gece gezintisi yaparak mehtap seyretmek veya Mecidiyeköy’ün dutluklarında dut, Langa’nın bostanlarında hıyar, Bayrampaşa’da enginar toplamak bugün ancak bir masaldan satırlar olabilir. Bu durumu en genel şekliyle ifade edersek İstanbul yeşilini, doğasını, bitki örtüsünü, faunasını kaybetti. 

Yukarıda sözünü ettiğim topluluklar ise tekçi Türkçü ulus-devlet politikalarının sonucunda belki sıfırlanmadılar ama yok olma mertebesine indiler. İstanbul’un gündelik hayatına, yıllık veya mevsimsel döngüsüne, yemek kültürüne, âdetlerine dair kimi bilgileri ve alışkanlıkları miras bıraksalar da birçok şey de onlarla birlikte yok oldu. 

Peki, bu algı acaba nostaljik bir yanılsamadan mı ibaret? Geçmiş İstanbul bugünkünden daha iyi değil miydi? Evet, nostalji geçmişin kötü taraflarını törpüler, görmezden gelir; geçmişin sadece geçmiş olduğu için kusursuz ve özlenen bir hâl olduğunu düşünen, daha doğrusu hisseden bir hâletiruhiyedir. Bunlar doğru ama sanki yine de eski İstanbul’un yaşaması daha zevkli bir yer olduğu iddiasının maddi temelleri var. Yukarıda bahsettiklerim ve onların yok olmuş olması, hep somut unsurlar. Bunlara başka somut unsurlar da eklenebilir ve bunların başında da İstanbul’un artan nüfusu gelir.

Sözünü ettiğim 75 yılda İstanbul’un nüfusu 15 kat artmış. Bir insan ömrü kadar olan bu süredeki bu artış müthiş ve korkunç. Nüfusun bu kadar artması yerleşim ve konut biçimlerini de etkiledi. Daha ferah bir yaşam tarzı sunan bahçeli veya avlulu evlerin yerini apartman blokları aldı. (Apartman İstanbul’da çok daha eski bir olgu ama şehri tamamen ele geçirmesi nispeten yeni.) Dolayısıyla, asıl mesele artan nüfus ve buna paralel olarak artan barınma ve tüketim ihtiyacıdır. Fakat şunu da söylememiz gerekir ki artan nüfusa rağmen her şey bu kadar kaotik ve trajik olmayabilirdi. Gerek merkezî, gerek yerel düzeyde yöneticilerin politik ve iktisadi tercihleri manzarayı daha vahim hâle getirdi. Kaldı ki, İstanbul nüfusundaki artışta bu politikaların da büyük rolü var. 

Ve tabii ki, İstanbul hayatı da sınıfsallıktan ayrı düşünülemez. Yoksullar için yaşam tüm zamanlarda zordur, dolayısıyla eski İstanbul’da da zordu. Fakat, o İstanbul’da yukarıda bazılarını zikrettiğim faaliyetler yalnız zenginlerin yapabildiği şeyler değillerdi. Bilakis, daha ziyade İstanbul’un orta sınıfının hayat pratikleriydi. 

Tüm bunları tekrar hatırlayıp yazmama vesile olan, aslında bir kitap: Berken Döner’in, sözünü ettiğimiz eski İstanbul’u bilen, görmüş, yaşamış yirmi kişiyle yaptığı sohbetlerden oluşan ‘Öyle Bir İstanbul’ başlıklı kitabı (Aras Yay.). Onların anlattıklarını Döner’in leziz kaleminden okuyunca eski İstanbul’un hem hazzını hem kaybını hissedeceksiniz. Bu yazıda anlatmaya çalıştıklarım ete kemiğe bürünecek. Eski İstanbul’u yaşayarak veya benim gibi yaşamadan özleyenler okumalı.