Çok yazık / lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

Babam şanslı adamdı. Fotoğraf makinesi vardı. Başka bir yere giderken Kamışlı’dan geçen, nakde ihtiyacı olan, İtalyan bir petrol mühendisinden satın almıştı ya da adamın arabasını tamir etmişti, o da karşılığında fotoğraf makinesini vermişti. Öyle ya da böyle, bir fotoğraf makinesi olmuştu babamın. Ben küçükken, durmadan ailemizin ve akrabalarımızın fotoğraflarını çekerdi. Arabian sülalesinin hemen her ferdi, o fotoğrafların birinde yoksa öbüründe mutlaka vardır. Biriktirdiği tonla film makarasında günlük hayatımızdan kareler de çoktu – seyahatler, Kessab ve Latakya’daki yaz tatillerimiz, piknikler, kavurma günleri, yorganlara doldurmak üzere yün yıkama ve kurutma günleri, vaftizler, düğünler, başka ritüeller… Uzun yıllar cemaat vakfı yöneticiliği yaptığı için, din adamlarını, öğretmenleri, mütevelliler, Halep ve Beyrut’tan gelen resmî ziyaretçilerin katıldığı cemaat toplantılarını da fotoğraflamıştı bol bol. Bir de, her yıl hasat mevsiminde çektiği fotoğraflar vardı. Babamın belgesel fotoğrafçısı olmak gibi bir niyeti olmamıştı hiçbir zaman. Ailemizin ve cemaatin günlük hayatını kaydetmek, aklının ucundan bile geçmemiştir. Anı olsun diye fotoğraf çekmeyi seviyordu, o kadar. Babama hep imrenmişimdir. Bugün artık var olmayan bir hayat biçimine tanıklık etti ve bu hayatın kimi veçhelerini fotoğraf makinesiyle kayıt altına aldı. Bazen, Kamışlı’dan çocukluğumda, fotoğrafı keşfetmemden çok önce ayrıldığım için üzülüyor, hatta bir tür pişmanlık duyuyorum. Kendi hatam olmayan bir şey için pişmanlık duymamın pek mantıklı olmadığının farkındayım. Ama işte, bazı arkadaşlarım gibi ben de fotoğrafçılığa erken yaşlarda başlasaydım nasıl olurdu acaba diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Bundan kastım, bir gün göçmen olup terk edeceğim ve bir daha hiç göremeyeceğim o coğrafyadaki cemaatin yaşamını kaydetmenin gerekli olduğuna dair bir farkındalıkla yapılabilecek, bilinçli bir fotoğrafçılık elbette. Fotoğraf makinesi olmadığında, puslu bir görsel hafıza ve bir zamanlar yaşanmış, artık tamamen yok olmuş bir hayata duyulan dayanılmaz bir özlemden başka bir şey kalmıyor geriye. Bir mercekle neler yakalayabilirdim hâlbuki!

Çocukluğumdan, yukarıdaki fotoğrafa benzer o kadar çok kare var ki hafızamda…. İstanbul’a taşındığım yıl, Karadeniz’de bir yaylada çektiğim bu fotoğraf, çocukluk yıllarımdan hatırladığım anlık, silik bir sahnenin yeniden canlandırılmış hâli âdeta. Bir yaz günü, akşamüstü, Kamışlı’nın yanı başındaki Tartap tepesine çıkan toprak yoldayız; iğne atsanız yere düşmüyor. Tartap’ın zirvesine her yıl yapılan ziyaret olsa gerek. Kalabalıkta çoğunluğu, ikişerli-üçerli gruplar hâlinde ilerleyen, başlarına rengârenk eşarplar takmış genç kızlar oluşturuyor. Genç erkekler de var; belli ki kızları izlemeye gelmişler, ama biraz da sevap kazanmak istemişler. Kimse acele etmiyor; herkes, gezintiye çıkmış gibi, yavaş yavaş tırmanıyor yokuşu. Çok küçüktüm, zirveye kadar çıkıp çıkmadığımı hatırlamıyorum, ama yüzlerinde, yaradana borçlarını ödemiş gibi mutlu bir ifadeyle, aşağı inenleri de gördüğümü hatırlıyorum.

Kamışlı’nın epey dışında, ancak arabayla gidilebilen, yemyeşil ağaçlarla kaplı, Himo dedikleri bir başka ziyaret yerine dair de bir anım var; o da epey silik. Yazdı, günlerden pazardı. Asıl olarak ailelerden oluşan, büyük bir kalabalık. Kimileri yerlere oturmuş; masaların etrafında, sandalyelerde oturan adamlar da var. Adak adayanların, dilek dileyenlerin bağladığı renkli kurdelelerle, bez parçalarıyla donanmış iki dilek ağacı var; ziyaret günü olduğunu oradan biliyorum. Ben erkeklerin yanındayım. Sohbet ve kahkahalarla dolu, çok neşeli bir ortam. Babam ve amcalarım da oradalar ve mutlular. O güne dair, zihnimde kalan en net imge, Tarzan Kevo’nun aniden bir masaya çıkıp, oradaki ağaca tırmanmaya kalkışmasıdır. Belden yukarısı çıplaktı, güçlü kasları hemen göze çarpıyordu. Onu ilk kez orada görmüştüm, öncesinde adını duymuşluğum da yoktu. Geçenlerde, ağabeyim Garbis, Kevo’nun vücut geliştirmeci olduğunu, yıllar önce bir kavgada hamal çengeliyle göğsünden yaralandığını söyledi. Akciğerlerinden biri kalıcı olarak hasar görmüş ama yine de gücüyle tanınırmış Kevo, o yüzden de lakabı Tarzan’mış (bizim orada ‘Tarazan’ denirdi). O gün Himo’da herkesin, ağaca çıkması için Kevo’ya tezahürat yaptığını ve erkeklerin çoğunun çakırkeyif olduğunu hatırlıyorum.

Çocukluğumdan böyle çok anım var ama maalesef, o toplantıların ne için yapıldığına, neyle ilgili olduğuna dair en ufak bir fikrim yok. Üstelik bunları anlatabilecek büyükler de göçüp gittiler. Kamışlı’dayken o kadar küçük olmasaydım, birileri de beni fotoğraf makinesinin büyüsüyle tanıştırmış olsaydı, çocukluğumun dünyasının insanlarına dair kim bilir ne hikâyeler anlatabilirdim bugün. Çok yazık…

                                                                                                                        İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz



Yazar Hakkında