Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Karla aramda hep bir aşk-nefret ilişkisi olmuştur. Lübnan’da yaşadığımız yedi yıl boyunca, Beyrut’ta bir kez olsun kar görmedik. Ama evimizin balkonundan görünen o güzel dağlar bütün kış karla kaplı olurdu. Zirvelerdeki beyazlıklar tamamen ortadan kalkmışsa, anlardınız ki bahar gelmiş. “Lübnan öyle müthiş bir yerdir ki, dağlarda kayak yaptıktan bir saat sonra Akdeniz’de yüzebilirsiniz” derlerdi. Kayak zengin sporuydu, biz öğrenemedik. Ama babam her yıl bir-iki kez bizi dağlara götürürdü, orada birkaç saat karın keyfini çıkarırdık. Babamı kartopu oynarken bir tek o zaman görmüştüm; küçük bir çocuk gibi davrandığı için mahcupça gülerdi. Bu dağ gezintilerini, özellikle de karla iç içe olmayı severdim. Sonra Kanada’ya taşındık ve kar büyüsünü yitirdi. Daha ülkeye ayak bastığımız gün (15 Mayıs 1973) Toronto’da diz boyu kar ve dondurucu bir soğukla karşılaşmıştık. Oradaki ilk yıllarımızda kış nerdeyse altı ay sürerdi. Üst üste her gün don, aylarca sıfırın altında devam eden sıcaklıklar bizi canımızdan bezdirmişti. Mesele sadece soğuk da değildi. Okula yürürken bazen kayıp sırt üstü düşerdik. O düşüşlerde bileğiniz ya da kalçanız kırılmadıysa şanslı sayılırdınız. Soğuk ama güneşli sabahlara uyanırdık. Sokaklar ve kaldırımlar buzdan dolayı çok kaygan olurdu. Düşmemek için dua ederek çıkardık evden. Kar denen şeyin ne diye icat edildiğini, kimin halt yemesi olduğunu düşüne düşüne, söylene söylene ilerlemeye çalışırdık. Bilirdik ki, bir kere düştünüz mü, artık imtihan sona ermiş demekti; kimse aynı gün iki kez düşmezdi. Ben hariç… Bir gün ilk düşüşümden birkaç dakika sonra, tam “Neyse, bugünlük kurtuldum” derken, bir daha düşüp ayak bileğimi kırdım.
O gün o kadar çok lanet okumuş, Kanada’yı seçen ağabeylerime, bizi zorla dünyanın bir ucuna götüren babama öyle çok kızmıştım ki… Şimdi düşünüyorum da, İstanbul’da gördüğüm ilk karın ertesi günü Tarlabaşı’nda fotoğraflarını çektiğim, buzla kaplı asfaltta kartonların üzerine oturup kayan çocukların yaşadıkları o tasasız keyfi o zamanlar bilseydim, ben de çok mutlu olabilirdim. Kanada’da yaşarken, karla kaplı parklarda bu şekilde kayarak kışın tadını çıkaran Kanadalı çocukları yıllarca izlediğim hâlde, eğlenmenin bu kadar kolay bir iş olduğunu fark etmemiştim. Çünkü biz göçmendik. Göçmenlerin, ait olmayı becerememek gibi bir sıkıntısı vardır. Belki becerememe değil de, oraya ait olmadığınıza ve hiçbir zaman olmayacağınıza dair, inatçı bir ısrar... Sırf oradaki bütüne dâhil olmak istemediğiniz için, göçmenlik hüznünüzü hafifletebilecek her şeyden uzak durursunuz. Sürekli olarak, oranın yerlilerinden farklı, onlardan üstün olduğunuzu söylersiniz. Acı çekmeyi tercih etmemiz ne kadar üzücü...
Fakat bir keresinde ben de Kanadalılar gibi kızak kayıp genele uyum sağlamıştım. Lisedeydim; Quebec şehrindeki kış karnavalına okul gezisi düzenlenmişti. Şehir merkezine devasa bir kar kızağı pisti kurulmuştu. Genci yaşlısı, kızağa binip en tepeden aşağı kaymak için sıraya giriyordu. Tabii, tüm sınıf arkadaşlarım karnavalın ilk gecesi, büyük bir heyecanla, pisti denemek istemişti. Ben hariç... Yüksekte olmaktan hoşlanmadığımdan, kenarda durup onların tepeye tırmanmalarını, sonra aşağı kaymalarını izledim. Sınıf arkadaşım Marlene de oradaydı. Ondan hoşlanıyordum, o ise her zaman benimle ve aksanımla dalga geçerdi. Kızağa binemeyeceğimi iddia ederek beni kışkırtmaya başladı. Kızak kaymayı sevmediğimi söylesem de, ısrarla “Korkuyorsun” diyordu. Ben de nihayet, kızağa binip ona kim olduğumu göstermeye karar verdim. Sonuç tam bir faciaydı. En tepeden bakıldığında pist korkunç derecede yüksek ve uzun göründü gözüme. Ama artık olan olmuştu, arkamda o kadar insan beklerken vazgeçemezdim. Sıram gelince, benden önceki herkesin yaptığı gibi çömelip metal kızağın üzerine oturdum ve kendimi aşağı bıraktım. O yol bitmek bilmedi. Öyle bir paniğe kapıldım ki, gözlüğüm yüzümden sıyrıldı, savrulup gitti. Her şey bulanıklaşmıştı, adeta dipsiz bir kuyuya düşüyordum. Ne kadar sürdü, bilmiyorum. Pistin bitiş noktasına vardığımda arkadaşlarımın tezahüratını duydum ama aklım gözlükteydi; koca iki gün onsuz nasıl idare edecektim? Marlene de oradaydı ama gıkı çıkmıyordu. Yenilmişti. Bir süre hep birlikte gözlüğümü aradık. Neyse ki, arkadaşlarımdan biri oradaki kayıp eşya standına sormayı akıl etti. Ve mucize… Biri gözlüğümü bulup oraya bırakmıştı. Gözlüğün saplarından biri vida kısmından çıkmış, sallanıyordu. Bantla yapıştırdık. Karnavalda geçirdiğimiz iki gün boyunca çok eğlendik. Marlene’den hoşlanma hikâyesi de böylece sona ermiş oldu.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz