Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Yanımdaki koltukta oturan Weysi, bana çok iyi davranmıştı. Onunla, Türkiye’ye ilk gelişimde, İstanbul’dan Diyarbekir’e yaptığım yirmi bir saatlik otobüs yolculuğunda tanışmıştım. Büyüklerimin memleketini ziyarete gidiyordum. Diyarbekir, Hazro, Lice, hepsi beni bekliyordu. Küçüklüğümde bu isimleri o kadar sık duyardım ki... Babam dokuz yaşındayken Diyarbekir’den ayrılıp Halep’e gitmişti, ben de hemen hemen aynı yaşta Kamışlı’dan ayrılıp Beyrut’a gitmiştim. Babam 52 yaşındayken Toronto’tya göç etmişti, ben de tam o yaşta Kanada’dan ayrılıp Türkiye’ye yerleşmiştim. Tesadüfi bir benzerlik bu elbette, ille bir anlam ifade etmesi gerekmiyor. Sadece, bu topraklara dönerek, babamın yarım kalan çemberini onun adına tamamlamışım gibi bir his var içimde.
Sözünü ettiğim yolculuğu 2007’de yaptım. Babam o tarihten beş yıl önce bu dünyadan göçüp gitmişti ama onu içimde taşıyordum. Diyarbekir’in yerlisi olan Weysi’ye bunları ellerimle, jest ve mimiklerle anlatmıştım. O da hepsini ve daha önemlisi, o yolculuğun benim için taşıdığı önemi anlamıştı. Hikâyemi önceden biliyormuşçasına, durmadan kafasını sallıyordu. Bir sürü yorum yaptı, anlayamadım. Ama onun beni anladığını biliyordum, şefkatini hissedebiliyordum. Diyarbekir terminalinde otobüsten indiğimizde, beni şehre götürmek için ısrar etti. O memleketin yabancısıydım. Velhasıl, birlikte eski şehrin merkezine, rezervasyon yaptırdığım otelin bulunduğu Dağkapı’ya kadar gittik. Otele eşyalarımı bıraktım. Oradan çıkıp arka sokaklara daldık, bana labirent gibi bir çarşıdaki bulunan kumaş dükkânını gösterdi. Her şey rüya gibiydi. Saat sabahın yedisiydi ve yol boyu gözümü kırpmamıştım. O yürüyüşten, yalnızca, üzerinde “Balıkçı…” yazan büyük bir tabela ile, yük taşımada kullanılan, ‘sepetli motor’ denen motosikletlerin durduğu bir açık alan kalmış aklımda.
Büyüklerimin “memleket” dediği yer çok büyük ve bunaltıcıydı. Diyarbekir’de birkaç gün kaldım, Lice’ye ve Hazro’ya da gittim ama bu bölgeler beni umduğum şekilde bağırlarına basmadı. Hata bendeydi. Fazla yüksek bir beklentiye girmiş, çok kısa bir sürede çok şey olacağını sanmıştım. Bir şey beni bir anda, büyüklerimin doğduğu yere bağlayacaktı sanki. Ama Diyarbekir, kendini öylece herkese açmayacak kadar kadim ve bilge bir şehir. Sizi önce ufak ufak sınayacak, size güvenecek ki, tam anlamıyla kucak açsın. Bir tür korunma içgüdüsü... Şehir beni yıllar sonra, birçok ziyaretin ardından da olsa, kucakladı. İnsana kendini tüm benliğiyle memleketinde hissettiren, kutsama gibi bir kucaklama… Ama o hikâyeyi başka zaman anlatayım.
Bir aile buluşması için Suriye’ye gitmem gerekiyordu; Diyarbekir’den ayrıldım. Halep ve Resulayn da, neredeyse 35 yıl aradan sonra, bana hiçbir şey hatırlatmadı. Evet, yıllardır görmediğim akrabalar ve ilk kez gördüğüm çocukları sımsıcaktı ama Kanada’dayken hep içimde taşıdığım çocukluk anılarımın mekânı olan şehirler aynı değildi. O yerlere gidip anıların sıcaklığını bozarak aptallık etmiş, sonra da üzülmüştüm. Kamışlı’ya hiç gitmemeye karar verdim. En azından doğduğum yerden, bana son nefesime kadar yetecek, güzel çocukluk anılarım vardı. Ve biliyorum ki, akıllıca bir karardı bu. Anılarımdaki Kamışlı, bugün yüreğimin bir köşesinde, tüm büyüsüyle yaşıyor; onun özünü hiçbir şey değiştiremeyecek.
Aile buluşmasından sonra, bir kez daha denemek için Diyarbekir’e döndüm. Hiçbir şey olmadı. Eski surların gölgesinde kendimi yalnız hissettim. Hayat böyledir işte, bazı şeyler yalnızca onları hak ettiğinizde olur, zorlamak işe yaramaz. Teselli için Weysi’yi bulmaya çalıştım. En azından onunla üzüntümü paylaşabilirdim. Otelin arkasındaki sokaklarda dolaştım, sepetli motorların durduğu yeri buldum. Orada çalışan, fotoğraftaki çocuklara “Balıkçı …” diye bir yer bilip bilmediklerini sordum, yardımcı olamadılar. Fakat bana çok sıcak davrandılar; onların şehrinde ne aradığımı merak ediyorlardı. Kaybolmuş olmama üzülmüşlerdi sanırım. En azından, biraz şaklabanlık yaparak beni rahatlatabileceklerini düşünmüş olmalılar. Öyle de oldu; yanlarından ayrılırken, yüreğime çöken ağırlık biraz daha katlanılır bir hâl almıştı. “Weysi’yi göremesem de olur, başka sefer görürüm” diye geçirdim içimden. Diyarbekir’e mutlaka yine gelecektim, çünkü beni bekleyen bir şey olmalıydı bu şehirde. Ne de olsa, bu dünya daha basit bir yer olsaydı ben de orada doğmuş olacaktım.
Gerçekten de birçok kez gittim Diyarbekir’e. Orada beni bekleyen şey kendini nihayet gösterdi: Memleket havası! Weysi’yi bir daha hiç görmedim ama kapalı çarşının adının ‘Balıkçılarbaşı’ olduğunu, şehir halkının ise burayı daha çok ‘Çarşiya Şewitî’ (Yanık Çarşı) adıyla bildiğini öğrendim.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz