PINAR ÖĞÜNÇ

Pınar Öğünç

Tarihin dipsiz çukurları

Bu klasik bir aile tarihi arama hikâyesi sayılmaz. 16 yaşındayken kaybettiği ve özellikle bir sır gibi sakladığı için Ermeni kimliğine dair hiçbir şey bilmediği anneannesini ve tabii onun annesi Maria'yı köyünde, resmi belgelerde, olası kilise kayıtlarında soruşturuyor Uskan. Yaşananların bilincinde olduğundan hiçbir şey bulamamayı doğal sayan bir arayış bu. Adana'nın dar sokaklarında, Apkaryan Okulu'nun harap koridorlarında, kırsalın yaban doğasında, kamerayı bugüne dokunan bir ele dönüştürerek geziyor.

Buzul Çağı'nda bu topraklar nasıl görünüyordu, ne tür canlılar geziyordu, nasıl fırtınalar kopuyordu acaba o zamanlar? Bir belgeselden söz edeceğim. Hayır, ne dünyanın, ne de insanın bu gezegendeki tarihi üzerine, fakat mevzu önce Buzul Çağı'ndan kalma dev bir çukurla beliriveriyor zihnimde. 

Oraya Dipsiz Göl isminin verilmesinin ardında Buzul Çağı'nın insan türünün yetiştiği son evrelerine, 12 bin yıl öncesine uzanan tarihi yatıyor olmalı; belki gerçekten dibinin nerelere eriştiği de bilinmiyor. Milattan sonra 2020 yılında birtakım kişiler Gümüşhane'nin elli kilometre uzağına denk düşen Taşköprü Yaylası’ndaki bu gölde kazı yapmak için ilgili makamlara başvurdu. Dibinde define olduğuna dair söylentiler yüzünden iki bin metreden yüksekteki bu buzul gölünde ne aranabilir diye kimse garipsemedi, izin çıktı. İnsanın inanası gelmiyor ama bu ülkede define uğruna jandarma gözetiminde bir gölün bütün suyu tahliye edildi. Kimse kazı alanına yaklaştırılmadı; hatta o dönem Ekşi Sözlük’teki “Dipsiz Göl’ün valilik izniyle yok edilmesi”, “Dipsiz Göl’e tankerlerle su doldurulması” gibi başlıklar mahkeme kararıyla erişime kapatıldı. 

Dipsiz Göl'ün dibi tarandı; Ermeni, Rum definesi arandı balçıkta dört gün boyunca. Dipsizmiş, bir şey çıkmadı. İnsana olduğu gibi göle de hürmet eksikti, iş bitince eski haline dönsün diye göl tankerlerle suyla dolduruldu sonra. Fakat göl bir canlıydı, havuz muamelesi görünce küstü, rengi bulandı, içindeki hayat bitti. Define hezeyanları yüzünden göl öldü. Hakikatin doğal alegorisi başka laf bırakmıyor.

Yatay ve dikey arayışlar

“Anneannem yere düşüp gözden kaybolan bir şeyi bulmak için ellerini yavaş yavaş yüzeyde gezdirirdi. Gözün görmediğine dokunarak el yordamıyla ulaşırdı.” Yönetmen Nagehan Uskan'ın sesiyle açılıyor film. Documentarist 17. İstanbul Belgesel Günleri’nde Johan van der Keuken Yeni Yetenek Ödülü’ne değer görülen “Sweet Home Adana”, bugün gözden kaybolmuş olanları aramak için böyle yavaş yavaş gezinme ihtiyacının ürünü zaten. Daha önce yapımcılık yapan Uskan, yirmi dakikalık bu ilk belgesel filminde kişisel gibi görünen bir arayıştan yola çıkıyor, Adana'da anneannesinin ve onun annesinin Ermeni köklerinin peşine düşüyor. 

Bu klasik bir aile tarihi arama hikâyesi sayılmaz. 16 yaşındayken kaybettiği ve özellikle bir sır gibi sakladığı için Ermeni kimliğine dair hiçbir şey bilmediği anneannesini ve tabii onun annesi Maria'yı köyünde, resmi belgelerde, olası kilise kayıtlarında soruşturuyor Uskan. Yaşananların bilincinde olduğundan hiçbir şey bulamamayı doğal sayan bir arayış bu. Adana'nın dar sokaklarında, Apkaryan Okulu'nun harap koridorlarında, kırsalın yaban doğasında, kamerayı bugüne dokunan bir ele dönüştürerek geziyor. Bitkilerden ilaç yapan şifacı Maria'nın Melek olarak süren hayatını Adana Katliamı'na, Müslümanlaştırılmış Ermenilere dair bildiklerimizle gözümüzde canlandırmaya çalışıyoruz. Bir kuşak sonrasına, kızına aktarılan ise kapalı bir kutu.

Bu akışa paralel olarak Uskan, internetin YouTube gibi kamusal alanlarında define arayıcılarının paylaştığı görüntülere yer veriyor. Aynı toprağı bambaşka bir nedenle “arayanların”, niyetlerini saklamadıkları için çiğ, katliamlar bugüne hesaplaşma değil ancak define umuduyla taşınabildiği için hazin görüntüler. Heyecanları, şevkleri sinirini bozuyor insanın, hatta kötü bir komediye dönüşüyorlar. Bazı paylaşımlar o kadar gülünçmüş ki, Uskan filmin böyle bir tona savrulmaması için her görüntüyü kullanamadığını söylüyor. Örneğin “Ermeni deyince akla şifreli işaretler gelir. Ok, üçgen bunların vazgeçmeyeceği şeylerdir” diyerek “tecrübelerini” paylaşıyor biri. Müslüman olmayanların mallarının mülklerinin yağmalandığı zamanları kaçırmış ama bu karanlık üleştirmeden payını şimdi isteyen, ulaşamayınca bunun öfkesini taşıyan birtakım insanlar... 

Nagehan Uskan Adana'da yaptığı bir saha araştırması sırasında Ermeni hafıza mekânlarının yakınlarında define çukurlarına denk gelmiş, sonra fotoğraflamaya başlamış. “Bunların bir yandan utanç, bir yandan inkarın bambaşka bir boyutu olduğunu düşündüm. Definecilerin YouTube'a yükledikleri videolara baktığımda, aralarındaki sohbetleri, bazen kayalarla taşları konuşmaları, inatlaşmaları, vurdumduymaz tahribatları ve bunu övünerek göstermeleri çok fazla anlamı bir arada barındırıyordu. Benim yatay arayışıma paralel giden bir dikey arayış vardı. Bu yüzden de filmin diyalektik ve vazgeçilmez parçası oldular” diyor aynı onun gibi kayalara, taşlara odaklanan defineciler için. 

Yıkıntılar arasında arayışlar

Filmin yaslandığı bir duvar da Zabel Yesayan'ın 1909 Adana Katliamı'na dair izlenimlerini paylaştığı “Yıkıntılar Arasında”. Uskan, Yesayan'a duyduğu hayranlığın kendi kökleriyle doğrudan bağlantılı olmadığını söylüyor:

“Bu mesele benim için tamamen politik, kişisel hikâyem bunu anlatmak için belki sadece bir bahane. Bu yola çıkmadan kökleri bulamayacağıma emindim, Nantes'daki arşivler bir an beklemediğim bir umut vermişti ama bulamayınca şaşırmadım, büyük hayal kırıklığına uğramadım. Çünkü yaşadığımız ülkenin tarihe yaklaşımını az çok biliyoruz. Asıl meselem bu bilinmezliğin ardındaki unutma, unutturma ve yok etme mekanizmalarının boyutlarını farklı biçimlerde gözler önüne sermekti. Bir yandan da geçmişten kalan hafızanın unufak edilişi ve o tahribat hâlâ devam ediyor. Yıkıntılar arasında gezinirken, tüm bunlara rağmen yine de o hafızayı, Ermeni hafızasını canlı ve yemyeşil bir evde görebilmekti önemli olan.”

Nagehan Uskan  FOTO: Ahmet Öğüt
“Sweet Home Adana”nın Documentarist'teki ilk gösteriminde “Yıkıntılar Arasında”nın çevirmeni olan ve belgeselde Yesayan'dan Ermenice okuduğu parçalarla yer alan Kayuş Çalıkman Gavrilof da vardı. O gün orada aktardığı tekil olmakla kalmayan bir hikâyeyi, belgeselin hayatın içinde devam eden ucuna ekleyebiliriz belki. Bir Ermeni ve de çevirmen olunca tanıştığı bazı Türklerden bir süre sonra gelen mesajları aktardı kendisi: “Sana şimdi bir resim yollayacağım, orada ne yazıyor bir bakar mısın?” Bunun ucu bir define söylentisidir muhakkak. Bizzat tanıklığım mevcuttur, internette definecileri buluşturan forumlarda çok geçer, bir harita ya da bir belge bulduklarında böyle planlar yaparlar. “Ne var, bir Ermeni bulur çevirtiriz, eline mi yapışır” derler. Manzara hazin, çukur dipsizdir.