Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
“Demek öyle… Bize ne olduğu hiç umurunda değil yani…” Anneannem İmastun, bir eli belinde, öbürü önlüğünün cebinde, beni karşısına almış, sigaya çekiyor. Dudaklarının arasında sarma sigarası var; dumandan, sol gözü kısılmış. Bu ufacık tefecik kadın, hesap sorar gibi başını hafif yana eğmiş, gözlerini gözlerimin içine dikmiş, benden yanıt bekliyor. “Ben, deden, dayıların, hiçbirimiz önemli değiliz, biz ölsek de olur, senin için varsa yoksa kendi ailen demek ki. Öyle değil mi?” Bana genellikle büyük bir sevgiyle yaklaştığı için afallıyorum; gerçekten de öfkeli mi, yoksa benimle dalga mı geçiyor, anlayamıyorum. Utanıyorum, sıkılıyorum, onun dediği gibi bir kasıtla söylememişim o sözleri ama nasıl yanıt vereceğimi bilemiyorum. Oysa hata bende değildi; bu kolera meselesi çok kafa karıştırıcı ve korkutucu bir hâl almıştı. Normalde, yazları Resulayn’a gidişimizi, ırmaklarda yüzdüğüm, kuzenlerim ve arkadaşlarımla oyunlar oynadığım o günleri iple çeker, annemin ailesinin bana verdiği sevgiye tekrar kavuşmak için can atardım. Çok küçüktüm, altı yaşında ya var ya yoktum. Küçük kız kardeşim daha kucak çocuğuydu. O yaz Resulayn’daki ilk birkaç gün yine çok güzel geçmişti. Ama sonra, kolera salgını haberi geldi. İlk kez duyduğum bu hastalıktan, civar köylerde insanların patır patır öldüğünü öğrenmiştim. Söylentiye göre bulaşıcıydı da, dokunmakla bile geçiyordu. İşin en korkunç yanı, koleradan ölenler gömülmüyor, hastalık yayılmasın diye yakılıyordu. Herkes gece gündüz koleradan söz ediyordu. Dehşete kapılmıştım. Hayalet gibi bir şey sinsice Resulayn’a girecekti, hepimiz ölüp yakılacaktık. İstanbul’daki ilk yılımda, Beylikdüzü’nde çektiğim fotoğrafta gördüğünüz, hayaleti andıran, insanı “saldıracak mı, saldırmayacak mı” diye muallakta bırakan bu köpek gibi bir şeydi kolera benim için. Günlerim endişe ve korkuyla geçiyordu; kafam hayal ürünü, dehşet dolu senaryolarla dolmuştu. Tek istediğim, annemin beni ve küçük kız kardeşimi alıp Kamışlı’ya götürmesiydi, orada kolera olmadığını biliyordum. Ve bir gün, anneme Resulayn’ı neden hemen terk etmediğimizi sorma gafletine düştüm; öyle ya, orada kalırsak biz de ölecektik. Anneannem de duyunca beni, buyurun cenaze namazına… Suçüstü yakalanmıştım, üstelik içimi okumuştu anneannem. Ödleğin tekiydim işte. Ama iş tatlıya bağlandı; anneannem beni affetti, bencil bir korkak olduğumu unuttu. Söylentiler de yavaş yavaş bitti, kolera Resulayn’a gelmedi. Yaz sonuna kadar orada kaldık.
Doğruya doğru, küçüklüğümde çok korkaktım. Ama korkularımın kaynağı hep, büyüklerin kendi aralarında, küçüklerin dinleyip dinlemediğine aldırmadan yaptıkları abartılı konuşmalarda duyduklarımdı. Olan biteni, çocuklara basit bir şekilde açıklama zahmetine bile girmezlerdi; biz de kulak misafiri olduğumuz şeyleri, kendi hayal dünyamıza uygun şekilde yorumlardık. ‘Kaçakçı’ kelimesini de ilk olarak Resulayn’da duymuştum. O gece evde misafirler vardı. Erken yatmıştım ama büyüklerin konuşmalarını dinliyordum. Hava sıcak olduğundan avluda, büyüklerin oturduğu yerin yanında yatıyorduk. Anneannemlerin evi Türkiye sınırına birkaç yüz metre mesafedeydi. Bir ara uzaktan köpek sesleri geldi, ardından iki el ateş edildi. Büyükler gibi ben de gerildim. “Başladılar” dedi misafirlerden biri. Babam “Silah sesi miydi o?” diye sordu. Bir başkası, “Merak edilecek bir şey değil, belli ki gümrükçüler kaçakçıları kovalıyor yine, çok oluyor buralarda” dedi; biri de kovalamacanın bazen saatlerce sürdüğünü, genellikle, bir sonraki sabah şehirde yaralıların ya da ölülerin bulunduğunu söyledi. Avluda bu konudaki sohbet bitmek bilmedi, tıpkı köpeklerin havlamaları gibi. ‘Gümrük’ kelimesini daha önce duymuştum ama ‘kaçakçı’yı ilk kez duyuyordum. Ürkmüş, ne olduğunu anlayamamıştım. Kaçakçılardan biri anneannemlerin evinin duvarına tırmanmaya kalksa, gümrük görevlileri onların peşinden gelse, avluda birbirlerine ateş etseler ne olacaktı? Ödüm kopmuştu; korkudan ve endişeden, yatağın içinde tir tir titriyordum. Havlama seslerinin ne zaman kesildiğini, ne zaman uykuya daldığımı hatırlamıyorum. Ama çocukluğumun sonraki yılları boyunca, geceleri uzaklardan gelen köpek havlamaları aklıma silahlı kaçakçıları getirmiş, kalp atışlarımı biraz hızlandırmıştır. Kaçakçıların benimle, yaşadığım yerle bir alıp veremediklerinin olmadığını ancak 11-12 yaşlarındayken öğrendim. Drakula, ejderhalar, yanardağlar, bataklıklar, çığlar ve birçok başka şeyden korkmanın da anlamsız olduğunu daha erken öğrenmiş olsaydım keşke.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz