Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Toronto’ya taşındığımızda, babam Kanada’nın iç bölgelerine gitmeyi çok istemişti, çünkü orada iyi buğday ve arpa yetiştirildiğini duymuştu. Toronto ile, Orta Kanada’yı oluşturan üç eyalet arasında o kadar büyük bir mesafe olduğunu tahmin edememişti tabii. Kanada’nın çok büyük bir ülke olduğunu biliyordu aslında ama o da her göçmen gibi, yerleşmek istediği ülkeye bir kere vardıktan sonra artık her şeyin kolay olacağını düşünmüştü. Hayatının büyük bölümünde, kendi dükkânında oto tamirciliği yapmış, bir yandan da yıllarca, amcalarımla birlikte aileye ait toprakları da ekip biçmiş, buğday yetiştirmişti. Babamın, amcam Suren ve dedem Haçadur’la birlikte buğday tarlalarında çekilmiş birkaç fotoğrafı vardır. Bunların birinde buğdayların sapları o kadar uzundur ki, üçünün de sadece yüzleri görünür.
Kamışlı’nın yer aldığı El Cezire bölgesinin toprakları, benim doğduğum zamanlarda çok verimliymiş. Hatta, bir yıl buğdayın bire seksen verdiği anlatılır. Ama yıllar içinde yağmur azaldı, verimlilik düştü. Hasat bir nevi kumar hâline geldi; çiftçi tohum ekip bekliyor, yağmur yağsın diye dua ediyordu. Hrayr dayım bu yüzden fakirleşmişti. Beyrut’a taşınmamızdan sonra bize Resulayn’dan yolladığı mektuplarda, uzun uzun, hasadın nasıl kötü geçtiğini, ürünün yıldan yıla nasıl azaldığını anlatırdı.
Çocukluğumda, buğday ekimi ve hasat zamanı Kamışlı’da büyük hareketlilik yaşanırdı. Bu sezonlardan hemen önce traktörler, hasat makineleri ve yük kamyonlarının onarılıp hazır hâle getirilmesi gerektiğinden, sanayi mahallesindeki tornacılar ve yedek parçacılar çok yoğun olurdu. Şehir nüfusunun yarısı buğdayla ilgili bir iş yapardı. Suren amcam sürekli tarlada olur, babam da her yıl ekim ve hasat zamanı bir-iki haftalığına yardıma giderdi. Amcam ya da babam, toz toprak içinde ve bitap hâlde, ansızın çıkıp geldiğinde hasat işi bitmiş, tahılla dolu çuvallar kısa süre sonra, devlet ofisinde tartılıp satılmak üzere şehre getirilecek demekti. Bir keresinde babam ve amcamla birlikte ben de gitmiştim satış yerine. Bir kalabalık, bir keşmekeş… Doğrudan müşteriye satılmayan tahıl depoya, yani ‘garaj’ denen büyük bir avluya taşınıyor, çuvallar orada istifleniyordu. Hamallar öyle güçlüydü ki, yüz kiloluk çuvalları kolayca sırtlıyorlardı. 2011 yılında Hopa’ya bağlı Kaya köyünde çektiğim bu fotoğrafta gördüğünüz Gürcistanlı göçmen işçiler gibi... Saatlerce çay topluyor, bunları büyük desteler hâlinde bir araya getiriyor, yüklenip yokuş aşağı ya da yukarı taşıyarak, ürünü tartıma ve satışa götürecek kamyonetlere yüklüyorlardı.
Kamışlı’daki tahıl deposu biz çocuklar için eğlence yeriydi. Kuzenlerimle birlikte oradaki tahıl çuvallarının üzerinde oynardık. Çuval yığınları deponun her yerinde eşit yükseklikte değildi, kimi yerlerde merdiven gibi basamak basamak olurlardı. Onlara tırmanır, aşağıdaki çuvalların üzerine atlardık. Çuvalların içindeki binlerce tahıl tanesi ağırlığımızla yer değiştirdiğinden, hiçbir yerimiz acımazdı. Yine de yetişkinler bize bağırır, tehlikeli olduğunu düşündükleri için atlamamızı yasaklarlardı. Eğlence nedir bilmezlerdi ki...
Böyle bir depo daha vardı; orayla ilgili anımı çok daha iyi hatırlıyorum. Nubar amcamların evinin avlusundaki bu depoda kiracının tahıl çuvalları dururdu. Bir gün, kuzenim Haço’yla oynamaya gitmiştim. Amcam ve yengem evde yoktu. İki çocuk, avluya çıktık. Bir-iki gün önce yağmur yağmıştı. Toprakta hâlâ yer yer küçük çamur birikintileri vardı. Depodaki çuvallara tırmanacakken, bir çuvalın köşesinin hafifçe sökülmüş olduğunu fark ettik. Yere biraz buğday dökülmüştü. Nasıl oldu, hangimizin aklına geldi bilmiyorum ama o buğdaylardan alıp, bir çamur birikintisinin üzerine serpiştirdik. Ve böylece, takıntılı ve eğlenceli bir oyun başlamış oldu. Delik çuvaldan avuç avuç buğday alıyor, çamurlu yerleri buğday taneleriyle örtüyorduk. Buğday çamurun rengini kahveden beje döndürüyor, kuru toprağın rengine yaklaştırıyordu. Bu dönüşüm çok sanatsal gelmişti bize; yerin rengindeki tutarsızlıkları giderip, yumuşak ton geçişleriyle daha güzel görünmesini sağlıyorduk. Bir-iki saat içinde çuval tamamen boşaldı. Avlunun zemininde mucizevi bir değişim olmuş, çamurun görüntüyü bozduğu tek bir nokta kalmamıştı. Çalışmamızla gurur duyarak eve girdik. Kıyamet ertesi gün koptu. Kiracı, sanat eserimizi görmüş, amcama sanatçının kim olduğunu bilip bilmediğini sormuş. Maalesef o gün yine onlardaydım. Amcam öyle öfkelendi ki, zavallı kuzenimin yüzüne okkalı bir tokat patlattı. Bana vurmadı ama ikimizi de uzun uzun azarladı. “Sizi aptallar!” diyordu. Bir çuval buğdayı yok yere ziyan etmiştik. Hem de kiracının buğdayını! İkimiz de çok utanmıştık. Ama bir şeyleri ziyan ettiğimiz aklımızın ucundan geçmemişti. Tek yaptığımız, sanat icra ederek mutlu olmaktı!
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz