Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Onu uzun süre takip ettim. Yürüyüş biçimi dikkatimi çekmişti. Yürürken birden bire duruyor, daha önce hiç öyle bir manzarayla karşılaşmamış gibi, caddede gördüğü nesnelere bakıyordu. Hiç kıpırdamadan dikiliyor, gözlerini bir şeye dikip uzun uzun bakıyor, sonra yürümeye devam ediyordu. Bazen sanki o an bir şey hatırlamış gibi, yine aniden duruyor, derin derin düşünürmüş gibi bir hâle bürünüyordu. Kimi zaman da, yanında görünmez bir arkadaşı varmış da ona hitap edermiş gibi konuşmaya, elleriyle birtakım jestler yapmaya başlıyordu. Onu duyabiliyordum, o günkü yürüyüş rotam üzerinde bulunan dar sokağın karşı tarafındaydı. Yürümeye Taksim’den başlamış, İstiklal’in arka sokaklarından geçip Karaköy’e inmiş, Galata Köprüsü’nü geride bırakmıştım; Eminönü’ndeydim. İstanbul’daki ilk zamanlarımdı. Fotoğrafını çekebileceğim bir şeyler bulabilmek için saatlerce yürürdüm. Bu adamı Eminönü’nde görmüş, izlemeye karar vermiştim. Adam, bir aynacı dükkânının karşı kaldırımında sergilenen aynaları gördüğünde gösteri başladı. Belli ki aynalara, ya da belki de kendine tutkundu. Oradaki dört-beş aynanın her birinin önünde durup, uzun uzun kendini süzdü. Yüzünü sağa sola çevirerek, başını eğip kaldırarak kendini inceliyor, yüzünü şekilden şekle sokarak ciddi pozlar veriyordu. Birkaç fotoğrafını çektim; epey yakınında olmama rağmen beni fark etmedi. O kendi dünyasındaydı, ben kendiminkinde.
Hayatım boyunca, böyle birçok eksantrik karakterle karşılaşmış, onlara bazen büyülenmiş gibi, bazen de –bir öfke ya da şiddet patlamasıyla beni gafil avlayabileceklerini düşünerek– korkuyla bakmışımdır. Özellikle Kanada’da, ‘deli’ olarak yaftalanan kişiler çok gürültücüydü; “Bana saldırır mı acaba?” diye ürkerdi insan. Yumuşak başlı olanlar ise fark edilmezdi. Neredeyse hiç kimsenin konuşmadığı, birlikte bir şeyler yapmadığı, yalnız insanlardı onlar.
Çocukluğumda Kamışlı’da da böyle karakterler vardı; kimi insanı güldürür, kimi de korkuturdu. Hepsi sokaklarda dolaşırdı. Herkes bu kişilerde bir farklılık olduğunu bilir ama onları günlük hayatın bir parçası olarak kabul ederdi. Bunlardan Hapsuno ve Isteyfo’yu iyi hatırlıyorum. Babamın ve amcam Hovsep’in dükkânlarının olduğu Sanayi mahallesinde ikisi de iyi tanınırdı. Hapsuno’yla hiç konuşmamış olsam da onu çok severdim. Neşeli biriydi, insanı gülümsetirdi. Zayıf, minik bir adamdı; büyük bir kafası vardı. Beyaz gömlek, koyu renk pantolon giyerdi, hep sandaletlerle dolaşırdı. İnce ve yüksek bir sesle, hiç durmadan konuşurdu. Sırtında ya da küçük el arabasında bir şeyler taşıyarak getir-götür işleri yapardı. Yoldan çekilsinler diye insanlara bağırır, sık sık da onlarla kavga ederdi. Ama öfkelendiğinde bile zararsız ve komik görünürdü. İnsanlar ona hep güler, onunla dalga geçerdi. Bazen, bir şeyler taşırken kalabalığın ortasında duruverir, cebinden çıkardığı küçük tarakla saçlarını tarar, sonra işine devam ederdi. Bazen de her ne yapıyorsa bırakıp sırtını dikleştirir, pantolonunu yukarı çeker, hiç kıpırdamadan boşluğa bakarak asker selamı verirdi. Onu çok eğlenceli bulur, sinirli hâline ve tuhaf davranışlarına gülerdim. Yıllar sonra öğrendim ki, askerdeyken, kendinden yüksek rütbeli birinin kötü muamelesine maruz kalmış ve öyle korkmuş ki, askerden döndüğünde artık bambaşka biriymiş.
Isteyfo, Hapsuno’nun tam zıddıydı. İri yarı, kötü bakışlıydı. Kafası tıraşlıydı, her zaman hırpani ve sert görünümlüydü. O da çok gürültücüydü, fark edilmemesi imkânsızdı. Hep öfkeliydi. İnsanlara bağırırdı. Ondan korkar, geldiği gibi hızla geçip gitmesini isterdim. Göğsüne bastırarak tuttuğu kalın bir sopayla, kaşları çatık hâlde dolaşırdı, birini dövmeye gelmiş gibi... Aradan onca yıl geçti, zihnimde kalan bu görüntü bana hâlâ huzursuzluk verir. Ama ne tuhaftır ki, öfkesi zirve yaptığında bile insanlar onu nasıl sakinleştireceklerini bilirlerdi. Aklı karışmış, masum masum bakan, zararsız bir adam olup çıkardı öyle anlarda Isteyfo. Bu mucizevi dönüşüm beni her defasında şaşırtırdı.
Amcamın yanında çıraklık yapıyordum; bir gün Isteyfo öfkeyle dükkâna dalıverdi. Dükkânda amcamın birkaç arkadaşı da vardı. Isteyfo’nun bağırış çağırışları, amcam ve arkadaşlarının sözleriyle, birkaç dakika içinde kıkırdamalara dönüştü. Ona takılmaya başladılar; onlarla birlikte o da gülüyordu. Sonra birden, amcam Arapça “Yıftah, mo yıftah?” (“Açar mı, açmaz mı?”) dedi. Isteyfo huzursuz oldu. Kimi “Evet, açar” dedi, kimi “Açmaz.” Isteyfo heyecanlanmaya, telaşlanmaya başlamıştı; neredeyse titriyordu. Bu böyle biraz sürdü, sonra Isteyfo birdenbire pantolonunu indirdi ve herkes kahkahalara boğuldu. O da gülüyordu ama yüz ifadesinde utanç da vardı. Afallamıştım. Ne olduğunu anlamasam da, Isteyfo’nun gülebildiğini görmek beni rahatlatmıştı. Canavar, kuzuya dönmüştü.
Bazen düşünüyorum, korkularımızın ne kadarı gerçek tehlikelerden, ne kadarı kendi kuruntularımızdan kaynaklanıyor acaba…
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz