Güvercin / lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

Bana güvercini gösteren adamın görüntüsünde en çok dikkat çeken şey, iki parmağındaki yüzüklerdi. Poz verirken, yüzükleri görünsün diye kuşu belirli bir şekilde tutmak için gösterdiği çabadan, onlarla epey gurur duyduğu anlaşılıyordu. O hasta, uçamayan kuşcağızı muhtemelen kendisi yakalamamış, yanındaki iki çocuk bulmuştu. Belki çocukların akrabası, belki de tamamen yabancı biriydi. Belli ki kuşu onların elinden alıp bana poz vermek istemişti, ben de sadece iki kare fotoğrafını çekmiştim. İstanbul’daki ilk yılımdı. Yeni tanıdığım fotoğrafçılarla birlikte surların etrafında gezerek yaptığım mesaiyi tamamlamak için o kadarı yeterliydi.

Güvercinleri her zaman çok sevmişimdir. Hayatımda o kadar çok güvercin hikâyesi var ki... Çocukken, Kamışlı’da yazın her akşamüstü, karşı komşunun saldığı güvercinleri izlemek için bizim evin damına çıkardım. Daireler çizerek uçarlardı, bazıları havada bambaşka bir zarafetle süzülürdü. Kanat çırpışlarının sesi hâlâ kulağımdadır.

Toronto’da, yaşadığımız binanın yakınlarında zehirlenmiş güvercinler bulup Hayvanları Koruma Derneği’ne götürmüşlüğüm de vardır. Evet, Kuzey Amerika’da da insanlar bu masum yaratıkları zehirliyorlar, sırf balkonlarını, o kutsal mülklerini kirletiyorlar diye. İnsanın bayağılığı bu dünyada sonsuza dek hüküm sürecek.

Gençken yaptığım Avrupa seyahatinde, Montrö’deki ilk günümde, gözlerimin önünde bir araba bir güvercine çarpmıştı. Kanadı kırılan kuşu orada öylece bırakamazdım. Onu nazikçe elime aldım, insanlara şehrin hayvan koruma merkezinin yerini sordum, bilen çıkmadı ama birkaç kişi polis karakoluna gitmemi söyledi. Polisin nasıl yardım edebileceğini anlamasam da karakola gittim. Tavsiyeyi verenler haklı çıktı; polisler yaralı güvercini aldılar, tıbbi bakım için onu nereye göndermeleri gerektiğini biliyorlardı. İki polis bana minnettarlıkla gülümsemişti. Nihayetinde orada turisttim. Kendimle gurur duymuştum.

Güvercinlere dair hikâyem çok ama bir tanesi var ki, unutamıyorum. Bir gün Toronto’da, kaldırımda, küçük bir ağacın etrafında daireler çizen bir yavru kuş gördüm. Uçamıyordu. Kanatları çok küçüktü, çok az tüyü vardı ve acı çeker gibi ötüyordu. O ağaçtan ya da yan taraftaki dükkânın çatısından düşmüş olacaktı... Ne yapacağımı bilemedim ama aklıma gelen ilk şey onu alıp eve götürüp ısıtmak, sonra da Hayvanları Koruma Derneği’ne telefon edip yardım istemek oldu. Öyle de yaptım; evde onu bir karton kutuya koydum, yanına biraz ekmek ufaladım ve su bıraktım. Ardından derneği aradım. Telefonu açan kadın, kuşun yaralı olmadığını duyunca bana kızdı. Yavruyu eve götürmeyip olduğu yerde bırakmalıymışım, çünkü annesi onu ararmış. Kadın benimle aptalmışım gibi konuştuğu için ben de sinirlendim. Bir kış gecesi, kaldırımda tek başına, acı acı öten, yardıma muhtaç bir yavru kuşu orada bırakmam gerektiğini nereden bileyim! Kaldı ki, annesi onu arıyor olsa ne olacaktı? Yavru uçamıyordu. O uçmayı öğrenene kadar beraber yolun üzerinde mi yaşayacaklardı? Öfkeyle, kadına, ne yapmam gerektiğini sordum. Talimatları gayet katıydı. Sabah erkenden, kuşu bulduğum yere bırakmam gerekiyormuş; orada beklememeliymişim, yoksa anne yavruyu almaya inmezmiş. Kadının söylediklerinin tamamı saçmaydı bana göre. Yardıma muhtaç bir hayvanın derdi için bu kadar mantıksız bir çözümü ancak bürokratlar bulabilirdi. Kadının benimle konuşma biçimine o kadar içerlemiştim ki, o gece hiç uyuyamadım. Sık sık kalkıp, kuşun nefes alıp almadığını kontrol ettim.

Gün doğarken kuşu kutusuyla alıp dışarı çıktım, onu bulduğum yere bıraktım, sonra da yolun karşısına park ettiğim arabama döndüm. Kafamı iyice indirip gizlenerek beklemeye başladım. Dışarıda in cin top oynuyordu. Yavru kuş, ağacın dibinde bir o yana bir bu yana koşturuyordu. Acıyla öttüğünü duyabiliyordum ama beklemeye karar verdim. Sonra ne oldu dersiniz? Caddenin üstünde daireler çizerek, alçaktan uçan bir güvercin gördüm. Kalbimin atışı hızlandı. Güvercin birkaç saniye sonra yavrunun yanına kondu. Yavrunun sesi öyle bir güçlendi, ötüşü öyle bir şenlendi ki, tarifi zor... Anne güvercin yerde yürümeye başladı; nereye gitse, yavrusu dibinde bitiveriyordu. Anne, yavrunun kendisini takip ettiğinden emin olmak için her defasında en az iki kez dönüp arkasına bakıyordu. Sonra ara sokağa girip gözden kayboldular. Gördüğüm sahne beni o kadar etkiledi ki gözyaşlarımı tutamadım. Annelik bence, doğanın yarattığı en güzel mucize. Haksız olmam mümkün değil; o güvercinleri kendi gözlerimle gördüm.

                                                                                                                         İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz



Yazar Hakkında