Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Bir öğretmenin, sırf çocukların ilgisini canlı tutmak için yapmak zorunda kaldığı şeyler... Toronto’da lise öğrencisiydim. Kimya öğretmenimiz bir gün dersin ortasında, laboratuardaki masalardan birinin üzerine çıkıp laboratuvar önlüğünü yavaş yavaş çıkarmaya başladı; bir yandan da bir ezgi mırıldanarak, kalçalarını ağır ağır iki yana sallıyordu. Adamcağız “Çocuklar bakın, size striptiz şovu yapıyorum!” diye bağırana kadar, durum kimsenin dikkatini çekmemişti. Birden herkes susup onu izlemeye başladı. O âna dek sınıf tam bir keşmekeş içindeydi, öğretmenin anlattığı deney kimsenin umurunda değildi. Sanırım yaratıcı öğretmenlik böyle bir şey. Eğitimde zorunluluk meselesi o kadar önde ki, dersler bazen sıkıcı oluyor; bu yüzden eğitmenin, çocukları uykularından uyandırabilecek bir şey bulması gerekiyor. Bir nevi değiş tokuş aslında bu. Öğretmen ilginç –yani komik veya eğlenceli– bir şey verecek ki öğrenciler de karşılığında dikkatlerini versinler.
İstanbul’daki ilk yılımda Sulukule Çocuk Atölyesi’nde gönüllü olarak İngilizce öğretmenliği yaparken ben de bu tür bir zorluk yaşamıştım. Sinemacı bir arkadaşım bir proje nedeniyle o işi bırakmak zorunda kalınca onun yerine geçmiştim. Merkezdeki Roman çocuklar çok sevimlilerdi, daha en baştan hepsini çok sevmiştim. Birçoğu enstrüman çalma, şarkı söyleme ya da dans konusunda çok yetenekliydi. İngilizce onlar için şaka gibi bir şeydi. Salı akşamları verdiğim dersler, çocuklara birlikte vakit geçirip eğlenme vesilesi oluyordu. Bazen onları evlerinden veya sokaklardan toplayıp derse götürmek için erken gidiyordum mahalleye. Sadece birkaçı İngilizce öğrenmek istiyordu. Zorlanıyordum, çünkü neredeyse hiç Türkçe bilmiyordum. Çocukların derse ilgi duyması için gerçekten çabalıyordum. Onların gözünde ben komik bir yabancıydım. Ama aramız iyiydi; ben de gönüllülük konusunda çok hevesliydim. Merkez o çocuklar için çok önemli bir şey yapıyordu. Müzik ve dans eğitmenlerinin her biri gönüllü olarak çalışan, kocaman yürekleri olan insanlardı. O dönemde Sulukule’de yaşanan hakkaniyetsiz kentsel dönüşüm konusunda çok bir şey bilmiyordum ama yardım etmem gerektiğini hissediyordum. Fotoğrafların, bir gün bu güzel merkezin hikâyesini kısmen de olsa anlatabileceği düşüncesiyle, derslerde çocukların bol bol fotoğrafını çekiyordum. Bir akşam derse ara verdiğimizde çektiğim bu kare gibi tonlarcası var elimde. Bu iki darbukacının şimdi nerede olduklarını bilmiyorum ama ikisi de müthişti.
Derslerde çocuklar sıkılır ya da sabırsızlanır, gürültü yapmaya başlar, yeni öğrendikleri dans hareketlerini veya ezgileri bana göstermek için ara vermemi isterlerdi. O aralarda bazen birkaç solo icra olurdu, bazen bütün sınıf Roman ya da zeybek havası oynardı. Kendilerine “hayır” diyemeyen bu aptal yabancıya bir şeyler çalarken duydukları gururu izlemek büyük keyifti. İplerin kendi ellerinde olduğunu biliyorlardı. Ben de ne kadar zayıf bir eğitmen olduğumun farkındaydım. Eh, ne yapalım! Bırak, eğlensinler işte. İngilizce olsun olmasın, onlar için hayat devam edecek zaten. Müzik enerjisiyle dolup taşıyor, dahası benim yaşımdaki biriyle nasıl başa çıkacaklarını biliyorlardı. Ben de rahat bıraktım onları. Bunun hayatta yalnızca bir kez yaşanacak bir deneyim olduğunu, aynı mahallede, böyle bir merkezde, bu güzel çocuklarla bir daha bir araya gelemeyeceğimi hissediyordum. Haklı çıktım. Sulukule ‘dönüştü’, Çocuk Atölyesi kapandı. Aradan geçen on yılda oradan kaç sanatçı çıktı bilmiyorum ama çoğunun hafızasında, o atölyeden bazı güzel anlar olduğundan eminim.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz