Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
O hâlim hâlâ gözümün önünde: Sokağın köşesinde, duvara iyice yapışmış, düşünüyorum – savaş bitti mi acaba? Bir yandan bir kez daha vurulmamak için saklanıyorum, bir yandan da savaşın devam etmesi için can atıyorum. Nasıl bir heyecan…
O sıcak yaz günü, hiç beklemediğim bir anda vuruldum. İkinci atışın geldiğini de hissedemedim, sonrakilerin de. Bir kere başlayınca devamı da geldi, hedef tahtasına döndüm. Hedeflerini (yani beni) ilk kez vurduklarında patlattıkları o içten kahkahalar… Kafam allak bullak olmuştu, saklanmak için oradan oraya koşuyordum. Ama kaçacak yer yoktu, iki ateş arasında kalmıştım. Sonra, onların mutlu yüz ifadelerini görünce ben de gülmeye başladım. İşte o an ikinci kez vuruldum; bu kez diğer taraftan gelmişti atış. Bunun üzerine herkes makaraları koyverdi, gülmekten gözlerinden yaşlar geliyordu. Meseleyi böylece anladım; bana şaka yapmışlardı.
İki düşman cephe arasında sadece birkaç metre vardı. Bir tarafta ağabeylerim Hraç ve Garbis ile iki arkadaşları, diğer tarafta üç-dört kişi, onlar da ağabeylerimin arkadaşları... Dört-beş yaşlarındaydım. Patlıcan günüydü, babaannemin evinin önündeydik. Avluda kasa kasa patlıcan vardı. Herkes oradaydı – annem, yengelerim Şamiram ve Lusine, halam Bejo... Patlıcanları sonbahardan önce kurutmaya hazır hâle getirmek için öğleyin işe koyulmuşlardı. Patlıcanları önce yıkıyor, sonra sap ve boyun kısımlarını kesiyor, sonra da iç kısımlarını çıkarıyorlardı. Kamışlı’da kadınlar için yılın en yoğun çalışma dönemi yaz aylarıydı. Evlerde kış için domates ve biber salçası, reçel, marmelat, pastırma, sucuk, hatta vişne ve portakal şurubu hazırlarlardı. Bizim sülale dört haneydi. Babaannem, babama ve amcalarıma, tüm dört ailenin de ihtiyacını karşılayacak kadar meyve-sebze sipariş eder, onlar da siparişleri hamallarla babaannemin evine gönderirlerdi. Her şey sırayla yapılırdı – bir hafta salça, sonraki hafta sucuk ve pastırma, sonraki hafta başka bir şey… Kadınlar, kışlık erzak hazırlama işini hep birlikte yapar, işler bitince kavanozları, teneke kapları ve etleri aralarında pay ederlerdi. Tabii, kadınlar bu iş için toplandığında, biz çocuklar da bütün günü onlarla birlikte geçirirdik. Böyle günlerde sebze ve meyvelerin bazı kısımlarını bize verirlerdi. Patlıcanların ya da kabakların atılacak olan iç kısımlarını yemeye bayılırdık mesela, ziyafet gibi gelirdi bize.
İşte o gün, patlıcan günüydü ve yine babaannemin evindeydik. Avluda kadınlar harıl harıl çalışıp bir yandan da dedikodu yapıyor, biz çocuklar ise, bir sürü kuzen bir arada, oyunlar oynuyorduk. Ağabeylerim büyük olduğundan sokakta arkadaşlarıyla oynuyor, arada bir eve giriyor, bir şeyler alıp yine çıkıyorlardı. Bir ara, iki arkadaşlarıyla birlikte eve dalıp, kadınların ayaklarının dibine dağılmış patlıcan saplarını toplamaya başladılar. Çok heyecanlı bir hâlleri vardı. Ceplerine ve avuçlarına doldurabildikleri kadar patlıcan sapı alıp, koşarak sokağa döndüler. Kaçırmamam gereken bir şey yapacaklarını anladığımdan, merakla ben de fırlayıp sokağa çıktım. Ağabeylerim ve arkadaşları iki gruba ayrılmış, karşılıklı mevzi almış, karton sebze kutularını açıp kendilerine kalkan yapmış, birbirlerine patlıcan saplarını fırlatıyorlardı. Gerçek bir savaş gibiydi, çok eğleniyorlardı. Onları izlemek çok hoşuma gitmişti, oyuna girmek için can atıyordum ama fazla küçüktüm. Fakat sonra, ağabeylerimin cephanesi bitince, Garbis ağabeyim “Berc, bize evden patlıcan sapı getir çabuk!” diye bağırdı. O emirle sevinçten havaya uçtum, eve koştum, küçük avuçlarıma sığdırabildiğim kadar patlıcan sapını alıp ağabeylerime götürdüm. Oyuna katılmıştım işte, büyük heyecan! Sonra karşı taraftan biri de benden aynı şeyi istedi. Böylece, sokakla ev arasında mekik dokuyarak, iki tarafa da cephane taşımaya başladım. Hiç üşenmiyordum, şikâyetçi de değildim, çünkü hepsi ağabeylerimin arkadaşıydı, her birini çok seviyordum. Sonra, yine bir tarafa cephane verdiğim anda kafama bir şey çarptı. Şaşkınlıkla arkama dönüp baktım; herkes gülüyordu. İki tarafa da, ama özellikle ağabeylerime, vurulmam çok komik gelmişti. Ben de utana utana kıkırdamaya başladım. Çaresiz, sokağın köşesine koşup saklandım – aynen, İstanbul’a yerleştiğim yıl Samatya’da çektiğim bu fotoğrafta gördüğünüz çocuk gibi...
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz