Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
“Bil bakalım Paskalya’da kimler gelecek!” Oturma odasına girdiğim anda annemin bu sorusuyla karşılaşıyorum. Okuldan yeni dönmüşüm. Altı yaşındayım. Odanın ortasındaki mangalın yaydığı sıcaklığı hissettiğime göre havalar henüz ısınmamış. “Seni çok özlemişler, dayanacak hâlleri kalmamış, geliyorlarmış.” Sevinçten ağlayacağım neredeyse. Annemin yüzündeki o muhteşem, sevgi dolu gülüşten anlıyorum, ağabeylerim Garbis ve Hraç’tan söz ediyor. Eylül’de, Halep’teki Amerikan Koleji’ne başlamışlar, o zamandan beri görüşmemişiz. Onlara büyük bir sevgiyle bağlıydım. Onların şefkat dolu himayesi altında büyümüştüm. Beni hiçbir zaman eğlencelerinin dışında bırakmazlardı. Doğup büyüdüğüm yerde, kardeşlerin yediği içtiği ayrı gitmezdi.
İstanbul’a yerleştiğim yıl Tarlabaşı’nda bu çocukları seyrederken, kendi çocukluğumdan bir sürü anı gelmişti aklıma. Fotoğraftaki çocuklar sürekli olarak birbirini taklit ediyor, biri ne yaparsa diğerleri de aynını yapıyordu. Ben de, ağabeylerim arkadaşlarıyla oynarken onları taklit ederdim. Benimle gerçekten çok ilgilenirlerdi. Kim bilir kaç kez sinemaya götürmüşlerdir beni, Mamigon’un bahçesinde bana kim bilir kaç kez dondurma ısmarlamışlardır, kim bilir kaç kez onlarla birlikte havuza gitmişimdir. Arkadaşlarıyla birlikte çok eğlenceli şeyler yaparlardı. ‘Yıfur/Mayfur’ (taşacak-taşmayacak) diye bir oyun oynarlardı mesela. Bakkala gidip meşrubat alır, şişenin kapağını açmadan önce iddiaya girerlerdi. İçlerinden biri şişeyi çalkalar, parmağını şişenin belirli bir noktasına koyar, bakkaldan şişeyi hemen açmasını isterdi; meşrubat fışkırır, şişe parmağın durduğu yere ya da daha aşağısına kadar boşalırsa, o çocuk iddiayı kazanırdı. Sırf bu oyunla o kadar eğlenirlerdi ki, onlara bakıp ben de neşelenirdim. Onlardan çok küçüktüm ama Kamışlı’da kardeşlerin yaşına bakılmazdı; ağabeyler, eğlencelerine engel oluyorlar diye kardeşlerinden şikâyet etmezdi. Yıllar sonra Kanada’da, ağabeylerin kardeşlerini yanlarında istemediklerini gördüğümde çok şaşırmıştım. Annelerine “Niye benimle geliyor ki? Senin yanında kalsın. Hep eğlencemizi bozuyor” diyorlardı. Ne tuhaf bir kültür… Ama Türkiye’de, benim doğup büyüdüğüm yerde olduğu gibi, ağabeyler ve ablalar kardeşlerini çok seviyor.
Hatırladığım en güzel Paskalyalardan birini o yıl yaşamıştım. Bir hafta kalmıştı ağabeylerim bizimle. Onları çok özlemiştim. Yıllar boyu hep yanıbaşımda olmuş, sonra bir gün aniden eşyalarını toplayıp Kamışlı’dan ayrılmışlardı. Kimse bana önceden haber vermemiş, yalnız kalacağımı söylememişti. Halep’e dönerlerken her defasında gözyaşlarına boğulurdum. “Her defasında” diyorum, çünkü o okula üç yıl devam ettiler, ben de üç yıl boyunca her Noel, her Paskalya ve her yaz tatilinin ardından gözyaşı döktüm… Tatillerde eve gelirken yanlarında mutlaka yeni bir şeyler getirirlerdi. Dillere destan Halep şehrinde yaşıyorlardı ne de olsa. Bizim bilmediğimiz hit şarkıların olduğu plaklar getirirlerdi mesela. Ben en çok ‘Zinguala’ ve ‘Oso Aksizis Esi’yi sevmiş, onlardan sürekli olarak bu plakları çalmalarını istemiş, şarkıları her dinleyişimde çok mutlu olmuştum. Bir yaz, Beatles ve Rolling Stones fotoğraflarıyla dolu dergiler ve hit şarkılarının plaklarını getirmişlerdi. Garbis Beatles’ı, Hraç ise Rolling Stones’u seviyordu. Hangi grup daha iyi diye tartışıyorlardı durmadan. Hraç, Suren amcama dergileri gösteriyor, amcam grup üyelerinin saç kesimleriyle dalga geçiyor, “Issi inç bıçım mazir e ulan? Ağçig e, dığaye? Barbari inçu çerta?” (“Bunlar ne biçim saçlar ulan? Erkek mi bunlar, kadın mı? Neden berbere gitmiyorlar?”) deyip gülüyordu.
Ağabeylerimin eve gelişi her zaman müthiş bir olaydı benim için. Peki ya gidişleri? Biri kalbimi büyük bir iğneyle deşiyormuş gibi bir his... Bir yaz sonu, Halep’e dönecekleri gün Arabian sülalesi olarak, havaalanına yakın bir yerde piknik yapmıştık. Gün boyu beraber olacağımız hâlde, sabahtan itibaren nasıl bir üzüntü hissettiğimi anlatamam. Piknikte, daha ne olduğunu anlamadan, ayrılık vakti geldi. Babam ağabeylerimi havaalanına götürecekti. Herkes onları öpüp kucaklıyor, annem ağlıyordu. O sahneyi izlemeye dayanamayınca koşup yakınımızdaki ağaçların arkasına saklandım, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Bir süre sonra, ağabeylerim beni ortalıkta göremeyip, “Bercig!” diye seslenerek beni aramaya başladılar. Bense ağlamaya ve saklanmaya devam ediyordum. Nihayet ayak sesleri yaklaştı ve ağabeylerim beni buldu. Bana uzun uzun, sıkı sıkı sarıldılar, defalarca “Merak etme, yakında yine geleceğiz, üzülme” dediler. Çocukluğumda ilk hakiki acıyı o gün hissetmiştim sanırım. Bir ömür süren, ‘özlem’ denen şey ilk kez o zaman göstermişti bana yüzünü.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz