Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
2010 yılında Beyoğlu’nda çektiğim bu fotoğrafa bakarken kendimi kıskanıyorum. ‘Ev’ demeye başladığım bu şehri nasıl merak ediyordum! O günlerde hiç durmadan, her yerde fotoğraf çekiyordum. Gördüğüm her şey beni heyecanlandırıyordu, her şeyi ilk kez görüyordum sanki. O zaman neden bu kadar çok fotoğraf çektiğimi bilmiyordum. İçimden bir ses, sürekli olarak “şunu da çek, bunu da çek” diyordu. O günlerde yakaladığım karelerin çoğunun, bana çocukluğumdan bir anıyı çağrıştırdığını, ancak bu foto-hikâye dizisine başladığımda fark ettim.
İstanbul’a taşındıktan sonra bir-iki yıl boyunca, doğum yerim Kamışlı’ya ziyarete gitmişim gibi hissettim kendimi. İki şehir arasında o kadar çok benzerlik vardı ki... Fotoğraftaki iki çocuk gibi, en iyi arkadaşlarım ve ben de bazı yazlar babalarımızın iş yerlerinde çalışırdık. Bedig babasına, meyve pazarındaki tezgâhında yardım ederdi. Hrayr da babasıyla birlikte, düğme ve kurdele gibi şeyler sattıkları tezgâhın başında dururdu. Bense günlerimi babamın oto tamir atölyesinde ya da amcamın yedek parça dükkânında geçirirdim. Benimki pek çalışmak sayılmazdı. Babamın da, amcamın da yardımıma ihtiyacı olmazdı, oysa Bedig ve Hrayr’ın yardımı, aynı, şemsiye satışına yardım eden bu çocuklar gibi, babaları için elzemdi; eve birlikte ekmek parası götürüyorlardı. Ne görev verilirse verilsin, yetişkin pozlarına girip çalışırmış gibi yapmaktan mutlu olurduk. Benzine batırılmış bezlerle sayısız araba pistonu ve bilyeli rulman temizler, başka dükkânlara gidip araba yedek parçaları getirirdim. Öyle ya da böyle, yardım ettiğimiz için bize de birkaç kuruş haftalık verirlerdi.
Sanırım biz çocuklar, büyüklere, çalışıp para kazandıkları ve okula gitmek zorunda olmadıkları için hayranlık duyardık. Taklit etmek hoşumuza giderdi. Mesela marangoz pozlarında girer, kendimize tahta kayak, el arabası, tabanca, sapan vs. yapardık. Ya da elektrikçiliğe soyunur, elimize geçen eski transistörlü radyoları parçalarına ayırıp yeniden toplardık. Bakır tel ve ip makaralarından telsiz, yine bakır tel ve eski pillerden bisikletlerimizin farları için dinamo yapmışlığımız bile vardır.
Bazen de sokağımızda derme çatma bir tezgâh kurup tüm oyuncaklarımızı satardık, bir sürü para kazanacağımızı düşünerek. Bedig ve Hrayr, babalarının tezgâhlarından tecrübeli oldukları için satış işini iyi beceriyorlardı. Bense fazla saf ve hayalperesttim. İlk ve tek satış tezgâhı maceramı hatırlıyorum. Bir sabah, evimizin karşısında tezgâh açmaya karar vermiştim. Heyecandan ölüyordum; tüm oyuncaklarımı satıp zengin olacak, o parayla yeni oyuncaklar alacaktım. En az yirmi parça malım vardı – tenekeden yapılmış mini helikopterler ve uçaklar, çeşit çeşit topaçlar, küçük toplar, uzay roketleri, renkli misketler... Hepsi bir saatte gitti. Gitti gitmesine de, cebime bir kuruş bile girmedi. Neyim var neyim yoksa vermiş, karşılığında iki tane yeni topaç, belki birkaç tane de misket almıştım, o kadar. Dedim ya, saflık... Satışa, takasa basmıyordu işte kafam. Ayrıca çocukların hiçbirinin parası yoktu. Evet, birkaç oyuncağımı takas etmiştim, ama ne takas! Beni nasıl kandıracaklarını iyi biliyorlardı. Kimi, aldığı oyuncak karşılığında evden bir şey getireceğine söz verdi, getirmedi. Kimi, hayatında hiç öyle bir oyuncağı olmadığını söyleyerek, hatta biraz da gözyaşı dökerek, oyuncaklardan birini kendisine vermem için yalvardı. Bazıları kandırma konusunda ustaydı; tatlı dille ya da gerçek arkadaşımmış gibi davranarak beni tavladılar, ben de onlara kıymetli dostluğumuzun nişanesi olarak tezgâhımdan birer hediye sundum.
Velhasıl, bu müthiş ticari teşebbüsün ardından tezgâhı toplayıp, suratıma okkalı bir şamar yemişim gibi bir hisle, kös kös eve döndüm. İçimde gizli bir iş adamı olduğunu sanmış, fena hâlde yanılmıştım. Anneme, utana sıkıla, günü büyük bir zararla kapadığımı söyledim, el mecbur. Ama ne oldu biliyor musunuz? “Olsun” dedi. Oyuncaklarımı dağıtmakla iyi ettiğimi, o çocukların birçoğunun ailesinin yoksul olduğunu, oyuncakların onları mutlu edeceğini söyledi. Böyleydi annem, ölene kadar da böyle kaldı. İyilikle dolu bir ince ruh… Hayatta ben en çok anneme kulak verdim, bir tek onun sözünü her daim dinledim.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz