Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Ağabeylerim Garbis ve Hraç, büyük bir heyecanla ‘Mehrecan’ (Mihrican) kelimesini tekrarlıyor, anneme durmadan “Bu akşam mihrican var” diyorlardı. Çok küçüktüm, en fazla dört yaşımda... Neden bu kadar mutlu olduklarını anlayamıyordum ama hislerim bana çok güzel bir şeyle karşılaşacağımı söylüyordu. Meh - re - can... Kelimenin tınısı bile kulağımı okşuyordu, demek ki müthiş bir şeydi bu ‘mehrecan’. Bazen, anlamını bilmediğiniz, yabancı bir kelimeyi duyduğunuzda içinizde birtakım çağrışımlar uyanır; sonra bir bakarsınız, aklınıza gelen ilk şey doğruymuş! Mesela ‘farfalla’ kelimesi bana o kadar renkli gelmişti ki, İtalyancada anlamının ‘kelebek’ten başka bir şey olamayacağını düşünmüştüm ve haklı çıkmıştım. ‘Mehrecan’ın da şen bir çağrışımı vardı. Sonraları, biraz daha büyüdüğümde, bir Sinbad filminde de duydum bu kelimeyi.
O gün annem ağabeylerimin Mehrecan’a gitmelerine izin verdi. Beni de yanlarına aldılar. Müzik, dans, eğlence dolu, muhteşem bir şenlik… Herkes çok mutluydu. Avlu tıklım tıklımdı, her yere renkli lambalar asılmıştı, etrafta çocuklar koşturuyordu. Panayırlarda olduğu gibi, insanlar oyunlar oynuyorlardı. Lunaparklardakine benzer bir şenlik havası hâkimdi – İstanbul’da geçirdiğim ilk Kurban Bayramı’nda çektiğim bu fotoğrafta olduğu gibi… Elle çalıştırılan atlıkarıncayı ilk kez, Tarlabaşı’nı Dolapdere’ye bağlayan o meydanda gördüm. Oradaydım, çünkü fotoğrafçı arkadaşlarım, Tarlabaşı’nın bayramda fotoğraf çekmek için elverişli bir yer olduğunu söylemişlerdi. O mahallede karşıma pek bir şey çıkmayınca, yokuş aşağı yürümeye devam ettim; ve bir yerde kulağıma neşe dolu çocuk çığlıkları geldi. Adam kolu çevirdikçe, çocuklar salıncaklarında onun etrafında dönüyorlardı – o kadar mutlulardı ki… Tabii, adam büyük bir güç sarf ediyordu, yorgun da görünüyordu ama düşünsenize, günlük nafakanızı, çocukları mutlu ederek çıkardığınız bir meslek!… Sanırım, İstanbul’da bu işi yalnızca bayram zamanları değil, bütün bir yıl boyu, mahalle mahalle dolaşarak yapanlar da var.
Bir çocuğun yüzünde ne zaman böyle bir neşe görsem, o ilk Mehrecan şenliğini hatırlarım. O akşam şenlik alanında epey bir vakit geçirmiştik. Ağabeyim Garbis beni alanda oradan oraya sürüklemişti. O akşamdan, zihnimde berrak bir şekilde kalan tek bir şey var: Kapalı kısımdaki dans pistinde olanlar. Bir genç kız, sahnede büyük bir mutlulukla göbek dansı yapıyordu. Ben de kafamı kaldırmış, onu izliyordum. Kızın ayakları bana bir kol mesafesindeydi. Garbis de mutluydu. Fakat birden, yanımda duran genç bir çocuk, dansözün eteğini kaldırmaya çalıştı. Çok tuhaf bir şekilde gülümsediğini görüp ürktüm. Elindeki sopayı başının üstünde döndürerek, çok güzel bir dans gösterisi yapan kız aniden çığlık attı; müzik, bıçakla kesilmiş gibi durdu. Sonrasında her şey çok hızlı gelişti. İzleyiciler ve müzisyenler adama saldırdı. Ağabeyim ve ben, o hengâmenin içinde kalıp oraya buraya savrulduk. Adamı çok kötü bir şekilde dövüp şenlik alanından attılar. O güzel gece, ağzımda kekre bir tat, içimde kötü bir his bırakarak sona erdi. Erkeklere özgü sapıklığa ve maço kültürüne karşı hayat boyu beslediğim nefretin tohumlarının o gece, orada atılmış olabileceğini düşünüyorum bazen.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz