Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
O gün yeni bir kelime öğrenmiştim: ‘gelin’. Koyu kırmızı duvağı sırayla takıyorlardı; belli ki çok yakın arkadaşlardı. 2010 yılıydı, Tarlabaşı’na ikinci gidişimdi. İlk gidişimde bir nevi izcilik yaparak mahalleyi tanımaya çalışmıştım. O kadar sevmiştim ki, tekrar gidip fotoğraf çekmek için fırsat kolluyordum. Sokaklarda, kendilerini izleyen kimse yokmuşçasına oyun oynayan çocuklara âşık olmuştum. Tabii, önce bana poz veriyor, sıkılınca oyunlarına dönüyorlardı. Fotoğraftaki iki küçük kız durmadan birbiriyle konuşuyordu. Duvağı bir biri alıyordu, bir öteki. Yüzlerini duvakla her kapatışlarında ‘gelin’ kelimesi çıkıyordu ağızlarından. Bir süre onları izledikten sonra elimde fotoğraf makinemle yanlarına yaklaştığımda, arkadaki bana dönüp daha küçük olanı göstererek bir kez daha “gelin” dedi. Ne demek olduğunu anlamıştım. Arapçası ‘ârus’... Ben çocukken, Kamışlı’da ne zaman arabalarla gelin alayı geçerken, sevinçle “ârus” diye bağırılırdı.
Bu kelimeyi ne zaman duysam, benden beş yaş küçük kız kardeşim Sosi’ye dair sıcak bir hatıra canlanır zihnimde. İki yaşını yeni bitirmişti. O kadar güzel bir çocuktu ki, herkes onu kucağına alıp severdi. Annemin kuzeni Anjel’in kızları Aço ve Lusine, avlu komşumuz Süryani ailenin güzel kızı Peyro ve kuzenleri de sık sık, annemden Sosi’yi almak için izin isterlerdi. Annem hiç “olmaz” demezdi. Kızlar onunla kendi kardeşleriymiş gibi saatlerce oyunlar oynar, onu öpüp severlerdi. Bazen saçlarını farklı modellerde tarar, yanaklarına allık sürerlerdi. Kimi zaman bununla yetinmez, dudaklarına kırmızı ruj sürer, gözlerinin etrafına rastık çeker, yanağına siyah kalemle büyük bir ben çizerlerdi. Boynuna ya da başına da şeffaf bir duvak takar, güle oynaya, “Güzel ‘ârus’umuza bakın!” diyerek onu avluya çıkarırlardı. Hazırladıkları kreasyonu çok beğenirlerdi. Kardeşim de, üzerine boca edilen bu şefkat ve sevgi dolu ilgi karşısında, onların neşesine katılırdı. Ama çocukcağız oyuncak bebeğe dönerdi; altında bez, ağzında emzik, yüzünde frapan makyajıyla çok gülünç ve sevimli görünürdü. O ‘gelin’ hâliyle iki fotoğrafı var, sanırım ikisini de babam çekmiş.
Yıllar sonra kardeşim büyüdü ve evlendi. Düğün gününde gerçekten güzel bir ‘ârus’ olmuştu. Onunla birlikte büyüdük, yıllar içinde çok iyi arkadaş olduk. Bizimki esasen, sevgi ve şefkat dolu bir kardeşlik ilişkisidir. Beyrut’a taşınmamızdan tutun, Kanada’ya göç ettiğimiz, hatta onun evlenip Fransa’ya gittiği döneme kadar, anlatabileceğim tonla anımız var. Bunlardan biri, ne zaman aklıma gelse bana üzüntü verir. Beyrut’a yeni taşınmıştık. Ben sekiz-dokuz yaşındaydım, kardeşim de üç-dört. Okulda olmadığımız zamanlar evde oyunlar oynardık. Ben, kız kardeşinden yaşça büyük olduğu için otoritenin kendisinde olduğunu düşünen, tipik bir oğlan çocuğuydum sanırım. Birlikte iyi vakit geçirirdik ama bazen, ‘aptalca’ bir şey söylediğini düşündüğümde ya da söylediklerimi yapmadığında, kardeşimin kafasının arkasına vurduğumu hatırlıyorum. Bu ‘ıslah tokadı’ üzerine hiç düşünmemiştim; küçük kardeşim de hiç karşı çıkmaz, ağlamazdı. Ama bir gün, yine birlikte oynarken, uygun bulmadığım bir şey yaptı, ben de ona her zamanki gibi tokat attım. Sonrasında olanlar aklımdan hiçbir zaman çıkmamıştır. Kardeşim yavaşça başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Yanaklarından gözyaşları akıyor, dudakları titriyordu. Yalvaran bir sesle, “Lütfen kafama vurma. Ne kadar acıyor, biliyor musun?” O mahzun gözlerindeki acıyı unutamam. Donup kalmıştım. Onca zaman, kardeşimin canını her defasında ne kadar yaktığım aklımdan hiç geçmemişti. Öylece birbirimize bakıyorduk. Sanırım bu benim için bir tür uyanış oldu. Küçük ‘ârus’a bir daha hiç el kaldırmadım. Dahası, kardeşimin yaşla dolu çocuk gözlerinin yüreğimi delip geçtiği o günün acı hatırası, yalnızca kadınlara değil herhangi birine karşı kaba kuvvet kullanma potansiyelimi bir daha geri gelmeyecek şekilde yok etti. Ve bu yüzden ona minnettarım.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz