Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Ağabeyim Garbis’le birlikte, Resulayn’dan trenle Kamışlı’ya dönüyorduk. Ben Beyrut’tan ondan daha önce gelmiş, Kamışlı’ya gidip babamı görmüştüm. Babam mutsuzdu. Birkaç yıl önce taşındığımız Lübnan’da işleri iyi gitmeyince Kamışlı’ya dönüp, kardeşlerine bıraktığı oto tamir atölyesinde çalışmaya karar vermişti. Beyrut bize iyi gelmemişti. Babam, yeni işine yatırdığı paranın tamamını Lübnanlı ortağına kaptırıp iflas etmişti. Bir de, neredeyse üç ayda bir oturum izni almamız gerekiyordu. Lübnanlılar Suriyelileri hor görüyorlardı. Küçüktüm ama babamın gözlerindeki üzüntünün farkındaydım. İnsanlar konuşuyor, “Antranig Beyrut’ta dikiş tutturamamış, Kamışlı’ya dönmüş” diyorlardı.
68 yazıydı; önümüzde umut vaat eden yeni bir başlangıç var gibi görünüyordu. Ailecek Kamışlı’ya dönecek, bir daha deneyecektik. Kamışlı’ya vardığımda, babam Suriye okuluna hazırlanmama yardımcı olması için özel öğretmen tutmuştu bile. Yeni arkadaşlarımı geride bırakacağım için başlangıçta üzülmüştüm. Sonra babam bana bizim için en iyisinin bu olduğunu, iki farklı ülkedeki iki ayrı evde yaşamaya devam edemeyeceğimizi, hem yabancı bir yere gitmeyeceğimizi, Suriye’ye, akrabalarımızın arasına döneceğimizi söyledi. Ağabeylerim ise muhtemelen yurtdışına gideceklerdi. Böylece, bir ay boyunca her gün özel ders aldım. Sonra ara verip Resulayn’a, anne tarafımdan akrabaları ziyarete gittim. Ağabeyim Garbis de işte o zaman geldi Suriye’ye, sanırım herkese veda etmek için. Birkaç gün sonra da Kamışlı’ya dönmek üzere trene bindik.
Suriye’deki ikinci tren yolculuğumdu bu. İlkinde çok küçüktüm; annem ve kız kardeşim Sosi’yle birlikte Kamışlı’dan Halep’e gitmiştik. O yolculuğa dair çok berrak ve güzel anılar var zihnimde. Türkiye’yi ilk kez o zaman görmüştüm. O yıllarda Suriye demiryolları bazı yerlerde Türkiye demiryollarıyla birleşiyordu. Tren Kamışlı’dan hareket ettikten sonra Türkiye’ye girip Nusaybin’de durur, yoluna bir süre Türkiye sınırları içinde devam eder, sonra tekrar Suriye’ye girip Resulayn’a uğrar, oradan da Halep’e geçerdi. Demiryolları, arada sınırların olmadığı Osmanlı döneminden kalmaydı sanırım. Her neyse; o ilk yolculukta tren Nusaybin’de durunca polisler kimlik kontrolü yapmak için vagonlara girmiş, annem bana Türkiye’de olduğumuzu söylemişti. Türkiye o zamana dek benim için, insanların şehrimizden görünen sınırdan söz ederken zikrettiği bir isimden ibaretti. Ama Nusaybin’deki istasyon çok renkli bir yerdi. Kimlik kontrolünden sonra vagona kasketli, ufak tefek, kır bıyıklı, güzel gülüşlü bir adam girmişti; elinde hasır bir sepet, rengârenk kâğıtlara sarılmış şekerler satıyordu. Ama tren istasyona girerken bana en çarpıcı gelen, yemyeşil bitkiler ve binaların kırmızı kiremitleri olmuş, bu iki renk gözlerimi almıştı. Sonraki yıllarda, ‘Türkiye’ kelimesini her duyduğumda kırmızı kiremitler ve yeşil bitkiler ile o koca bıyıklı adamın güzel gülüşünün karışımından oluşan bir görüntü canlandı zihnimde, sıcacık bir hisle birlikte.
Çocukluğum boyunca, ağabeylerim Garbis ve Hraç’la yarenlik etme, kardeşliğin keyfini çıkarma fırsatım olmamıştı. İkisi de Halep’te bir yatılı okulda okuyordu, onları ancak yazları görebiliyordum. Beyrut’a taşındığımızda da, şehrin dış mahallelerindeki bir Amerikan kolejine kaydoldular; bense mahalledeki Ermeni okuluna gidiyordum. Ayrıca biri yedi, diğeri dokuz yaş büyüktü benden; sekiz yaşında bir çocuk olarak, pek öyle peşlerine takılamıyordum. Garbis ağabeyimle yaptığımız o birkaç saatlik yolculukta, ilk kez birlikte vakit geçirmiştik. Bana okul ve arkadaşlarım hakkında, kendisinin yakında Fransa’ya gidecek, bizimse Suriye’ye dönecek olmamız hakkında neler hissettiğimi sormuştu. Ben de kendimi tutamamış, ona her şeyi içtenlikle anlatmıştım. Küçük kardeşini düşünen ağabey figürünü ilk olarak o zaman görmüştüm. Bana mutlu olmaya çalışmam gerektiğini, yeni hayatıma alışacağımı, olan bitenlere böyle ciddi ciddi üzülmek için henüz çok küçük olduğumu söylemişti. En önemlisi de, onun Walt Disney’in çizgi film karakterlerini çok güzel taklit ettiğini keşfetmiştim – özellikle de kedi Slyvester ile kanarya Tweety’yi… Çok güldürmüştü beni. O yolculuktan hafızamda kalan, onunla konuşurken ve onu dinlerken ruhumu saran kocaman bir sıcaklıktır. Aynı sıcaklığı, İstanbul’daki ilk yılımda, bu fotoğrafı çekerken de hissetmiştim.
Sonra bir sürü şey oldu ve Suriye’ye dönmedik. Zavallı babam birkaç yıl Kamışlı ile Beyrut arasında mekik dokudu; Garbis, hemen ardından da Hraç önce Fransa’ya, sonra Kanada’ya gitti. Ben de üç yıl daha ağabeylerimi özledim. Sonra ailenin geri kalanı olarak onların yanına, Toronto’ya taşındık.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz