Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Kamışlı’da geçen çocukluğuma dair en eski anılarım arasında, zihnimden hiç silinmeyen, küçücük bir sahne vardır. Ağabeylerim beni Hagop ve Mardiros Sabunciyan’ın şeker dükkânına götürmüş. Girişteyim. Gördüğüm manzara karşısında büyülenmiş hâldeyim. Dükkân çeşit çeşit tatlıların sarıldığı renk renk ambalaj kâğıtlarıyla parıldıyor. Tavandan asılmış yumurta çikolataların yeşil, kırmızı, sarı, mavi selofan ambalajları ışıl ışıl… Raflarda yaldızlı kâğıtlarla kaplanmış, tavuk, tavşan, altın dolar şeklinde çikolatalar; vitrinlerde parlak şekerler ve tatlılar… Dükkân öyle dolu ki, içinde yürümek neredeyse imkânsız. Ve Hagop, tatlı bir gülümsemeyle bana bakarak, Diyarbakır Ermenicesiyle “Hala ego, diss kızi inç min idam” (Hele gel, bak sana ne vereceğim) diyor, sevgi dolu bir sesle. Paskalya sabahı... Dünyanın en mutlu çocuğu benim.
Ne zaman çocukların büyülü dünyasını düşünsem, aklıma gelen ilk şeylerden biri bu dükkândır.
Medz Zadig yani Paskalya en çok sevdiğim bayramdı. Paskalya Pazarı’nın birkaç gün öncesinden eğlenceler başlardı. Okulda sadece bir-iki saat ders yapar, sonra dışarıda oyun oynardık. Annelerimiz öğleden sonra ayine giderdi, biz de kilisenin bahçesinde onları beklerdik. Arada bir kiliseye girip onlara görünür, sonra oyuna dönerdik. Ama bazı ritüelleri de severdik. Kiliseye girip hakiki imanlı pozlarında mum yakmak, Paskalya’dan önceki pazar günü kalabalığın arasından geçip bir palmiye ya da zeytin dalı kapmak hoşumuza giderdi mesela. Kutsal Perşembe günü yapılan ayak yıkama törenine, havari rolündekilerin okuduğu ilahileri dinlemeye bayılırdık. Okuyanların hepsini tanır, öyle kilise entarileri içinde, ciddiyetle dikilmelerini gülünç bulurduk. Ama benim en çok sevdiğim, Cumartesi günü yapılan Cırakaluys’tu. Bu törenden sonra kuzenlerimle birlikte, ellerimizde yanan mumlar, bileklerimizde renkli adak ipleri, eve yürürdük.
Bu fotoğrafı 23 Ocak 2011’de, hacıların Büyükada’daki Rum manastırına çıkarken kullandıkları yolda çekmiştim. Yolun iki yanı, adak için dallara bağlanmış renkli iplerle kaplıydı. Çocukluğumda, bileğimize taktığımız ipin kutsanmış olduğu, bizi hem kötülüklerden, hem de yılanlar ve akreplerden koruyacağı söylenirdi. Sanırım çoğumuz, ileride dindar insanlar olmamız gibi bir istekle yetiştirildik; kutsal hafta boyunca kilisede o kadar çok vakit geçirmemiz bundandı. Ama bence, çoğu çocuk gibi bizim için de inançla pek bir ilgisi yoktu kiliseye gitmenin. Daha ziyade, yetişkinlere verilen şeylerden almak hoşumuza gidiyordu.
Eğlence, pazar günü doruğa ulaşırdı. Erkenden uyanır, boyalı yumurtalardan iki-üç tane alıp dışarı fırlar, mahallede diğer çocuklarla yumurta tokuşturmaya başlardık. Elindeki yumurtayla rakibinin yumurtasını kıran, o yumurtayı kazanmış olurdu. Bu mücadele bir-iki saat sürerdi. Ben pek kazanamazdım, şansım yaver gitmezdi hiç. Yumurta tokuşturmaca bitince eve döner, giyinip kuşanır, kiliseye giderdik. Yolda, kuzenlerimle birlikte dedemlere uğrardık. Bayram ziyaretine gelmiş misafirlerle dolup taşardı ev. Misafirlerin çoğu tanıdığımız Ermeniler olurdu ama Süryani, Asuri, Kürt, Müslüman aile dostlarımız da gelirdi. Özel bayramlarda birbirini ziyaret etmek âdettendi. Biz çocuklar o gün orada olmaya bayılırdık, çünkü büyük misafir odasının kapısında durduğumuzda misafirlerden biri olmasa diğeri bizi fark eder, işaret edip yanına çağırırdı. Gidip o kişinin elini sıkardık, o da bize parlak birer madenî para verirdi. Orada biraz para topladıktan sonra kiliseye giderdik. Anne-babalarımızın bizden beklediği buydu ama bizim için kilise, arkadaşlarımızla bir araya gelmek demekti. Eğlence orada da bitmezdi. Sinema, Paskalya Pazarı’nın olmazsa olmazıydı. O gün sinemaya gidip, Romalılar ve Hıristiyanlarla ilgili, aksiyon dolu filmlerin tekrar gösterimlerini izlemeyi çok severdim. Gün, tüm Arabian’ların evlerden birinde bir araya gelmesiyle son bulurdu. O saate dek o kadar çok Paskalya yumurtası ve çöreği yemiş olurdum ki, karnım ağrırdı.
Paskalya haftasında sevmediğim tek bir şey vardı: Annemin bana bayramlık ayakkabı alması. Beni zorla alışverişe götürür, bana fikrimi sormadan, uygun gördüğü her ayakkabıyı denetirdi. Annem öteberi almak için başka dükkânlara da uğradığından, saatlerce sürerdi bu alışveriş. Dolaşmaktan bitap düştüğüm, çok da sıkıldığım için, sonunda gider, ayaklarıma küçük gelen bir ayakkabı alırdık her seferinde. Sırf eve dönebilmek için, denediğim ayakkabının tam oturduğunu söylerdim. Paskalya Pazarı, sabah yeni ayakkabılarımı giyer, gün biterken anneme ayaklarımın arka tarafındaki kızarıklıkları gösterip “Bu ayakkabılar sıkıyor” diye şikâyet ederdim. Sonra bir araba azar işitirdim, parayı boşa harcattığım için. Bu hikâye bir kez olsun sekmeden, art arda yıllarca tekrarlanmıştır.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz