Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Çok küçükken, annemin kahvesinin son yudumunu içmeye bayılırdım. Bazen falıma baksın diye yalvarırdım ona. Bir anne, kahve fincanında hep iyi şeyler görür elbette. Benim kısmetime de hep müthiş oyuncaklar, yakında yapacağım eğlenceli geziler, ziyaretimize gelecek, çok sevdiğim akrabalar çıkardı. Her falın sonunda, babamın bana kırmızı bir bisiklet getireceğini söylerdi annem. Uzun süre beklediğim o bisiklet bir gün nihayet geldi. Evimizin kapısının önünde, gidonu renkli kurdelelerle süslenmiş o kırmızı bisikleti gördüğüm gün, hayatımın en mutlu günlerinden biriydi. Tabii, bisiklete binmeyi bilmiyordum ama bunun arka tekerleğinin iki yanında küçük denge tekerleri vardı. Aynası ve zili de… O gün akşama kadar alıştırma yapmıştım, bisiklet kim bilir kaç kez devrilmişti. Dizlerim, avuçlarım yara bere içinde kalmıştı. Ama o günün sonunda canavarı terbiye etmiştim. Eh, ne de olsa, Western filmleri çok severdim. Kovboy ya da Apaçi kahramanım her zaman sonunda vahşi atını ehlileştirirdi. O gece yatağımda, sanki bisikletimin üstünde uçuyormuşum gibi hissetmiştim kendimi – bütün gün yüzdükten sonra suyun yüzünde çaba harcamadan sırtüstü yatmanın verdiğine benzer bir hafiflik hissi...
Ertesi gün sabah çok erken başladı. Hrayr beni ve bisikletimi bekliyordu. En iyi arkadaşının yepyeni bir bisikleti olması fikri onu çok heyecanlandırmıştı. En iyi arkadaş demek, bisikletime o da binebilecek demekti. Koşa koşa bakkala gidip renkli selofon kâğıtları aldık, bunlardan küçük üçgenler kesip jant tellerine yapıştırdık. Sırayla binmeye başladık bisiklete. Tekerler dönerken değişen renkler, hızlandıkça selofon parçalarının çıkardığı tatlı ses… Sihirden farksızdı. Birimiz bisikletin üstünde hızla giderken, öbürü koşarak takip ediyordu. Bazen ben sürerken Hrayr da arkamda, ayaklarını tekerleklerin göbeklerine yerleştirip omuzlarımdan destek alarak ayakta duruyordu. Herhalde, Diyarbakır sokaklarını bisiklet tepesinde arşınlayan bu iki çocuk gibiydi hâlimiz. 13 yıl önce, Diyarbakır’a ilk gidişimde çekmiştim bu fotoğrafı. Çocukların yüzünde gördüğünüz mutluluğun aynısını ben de hissetmiştim o gün. Selede oturan çocuk bunu anlamış belli ki. “Amca, sen de çocuktun bir zamanlar, şimdi benim yerimde oturuyor olmayı isterdin, yüzünden okunuyor” dercesine göz kırpmış.
Hrayr’la o günkü eğlencemiz sadece bir-iki saat sürdü. Hızla bir sokağa sapmıştım ki, gözlerime keskin bir şey çarpıp beni büyük bir şiddetle geri itti. Hatırladığım tek şey, tanıdığım iki çocuğun kıkırdayışıydı. Bisikletten düştüm. Büyük bir acı duyuyor, hiçbir şey görmüyordum. Çocuklar eğlence olsun diye tuzak kurmuş bana. Sokakta karşılıklı durmuş, ince bir urganı iki ucundan gergin bir şekilde tutarak benim geçişimi beklemişler. Urgan, nasıl olmuşsa, tam gözlerimin hizasına denk gelmişti. Büyük bir acıyla eve koştum, ağlayarak annemin kucağına sığındım. Aynaya baktım. Gözlerimin uçlarından şakaklarıma uzanan kırmızı, derin çizikler gördüm; aynı çizik, kaşlarımın arasının hemen altında da oluşmuştu. O çizikler yaraya dönüştü, iki haftada ancak iyileşti. Babaannem Verjin olan biteni duyunca, meselenin ortada kalmasına izin vermedi. O gün öğleden sonra beni aldı, olayı planlayıp arkadaşını kendisine yardım etmeye ikna eden çocuğun evine götürdü. Kapıyı çalmadan daldık eve. Babaannem orada çocuğun annesine öyle bir ders verdi ki, sormayın gitsin. Çok güçlü bir kadındı. Kamışlı’da tanınır, hürmet görürdü. Çocuğun annesi, yaramaz oğlunu savunmak için tek kelime dahi edemedi. Babaannem uzun uzun, bana yapılan insafsızlığın ne kadar ayıp bir şey olduğunu anlattı. Sonunda, sulu gözlülük yapıp şikâyet ettiğim için pişman oldum. Bizim önümüzde annesinden feci bir dayak yiyen çocuğa acıdım. Büyüyene kadar böyle o kadar çok pişmanlık yaşadım ki, saymakla bitmez.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz