Ayşe Akdeniz, bizleri biz yapan halden hale geçişin hikâyesini, herkesin içine doğduğu farklı halleri bu duraktan okurlara aktarmaya çalışacak. Durağın ilk konuğu ise İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Yüksek Lisans Programı, Klinik Psikoloji Program Direktörü Yrd. Doç. Dr. Murat Paker. Ayşe, Murat Paker ile “biz” ve “onlar” hakkında, kurgulanmış sosyal kimliklerimiz, kendimizi ifade etmeye çalıştığımız “haller” üzerine bir sohbet gerçekleştirdi.
Ayşe Akdeniz
Hayatın bin bir türlü hali var; iç güveysinden hallice, halimiz duman, maddenin katı, sıvı, gaz halleri vs… Hal; bir duygudurum, olma, tanımlanma…
Halden hale geçişin hikâyeleridir bizleri biz yapan. Her birimiz bazı hallerin içine doğuyoruz. Cinsiyetimiz, inancımız, sosyo-ekonomik durumumuz, içine doğduğumuz aile, büyüdüğümüz çoğrafya ve iklim, yaşımız, aldığımız eğitim gibi birçok değişkene bağlı olan durumların sentezinden bir “ben” oluşturuyor ya da olduruluyoruz.
Aslında her birimiz “olma”nın bütün hallerinin karışımıyız. En nihayetinde bütün bu olmaların meydana getirdiği insanlık halleriyle birbirimizle eğleşmeye çalışan fanileriz. Bir yandan bizi içeriden ve dışarıdan çevreleyen hallerle kıvam bulmaya çalışırken bir yandan da toplum denilen kocaman, muammalı ummanda var olmaya çalışıyoruz. Bütün bu olma hallerimiz bizi birilerinin çocuğu, annesi, babası, eşi, sevgilisi, yabancısı, arkadaşı, dostu; birçok ilişkilenme halinin doğal bir temsilcisi kılıyor.
Toplum denilen, onun içinde eriyip, ona karışmamız istenilen yapıyı inşa edenler bizden bu haller üzerinden ayrışmamızı, kendimizi karşımızdakine göre tanımlandırarak bir ötekiler yumağı yaratmamızı istiyor, kurdukları kurumsal yapılar ve onların öğütücü mekanizmalarıyla da sistematik bir şekilde icraatlarda bulunuyorlar. Zorunlu askerlik, toplumsal cinsiyet rolleri, yedi yaşında beyinlere kazınmaya başlanılan, “varlığını kendinden yüce bir varlığa armağan etme”yi emreden yemin, yabancı düşmanlığı üreten eğitim müfredatı bunlara küçük birer örnek.
Bizler bu bilinçli dayatılan devlet dersinde – aile de devletin en küçük formu değil mi? – hayatın canımızı en yakan yer ya da yerlerinden kendimize üzerinde yürüdüğümüz hatlar çiziyoruz. Kimimiz eşcinsel, seks işçisi, kadın olmanın mücadelesini verirken kimimiz Ermeni, Kürt, Alevi, Çerkes, Yahudi olmanın mücadelesini veriyoruz. Kimimiz de bizler adına yapıldığı iddia edilen, seçmediğimiz hallerin sonuçlarından müzdarip ya bu mücadele alanlarında saf tutuyor ya da o cendereden çıkmak için tersi mücadele alanları yaratıyoruz. Misal bizleri cinsiyetimiz, ırkımız dolayısıyla bu cendereye “doğal üye” saydıkları hallerden birisi erkeklik bir diğeri de Türklük.
Bir de çoğu zaman görmediğimiz, görmekten imtina ettiğimiz, oyumuzun eşit olduğu haller var. Biz görmeyelim diye gece yarısı, gün doğarken yürüdüğümüz sokakları temizleyen çöpçüler, gazetemizi alan, kaloriferimizi yakan, merdivenlerimizi sessiz sedasız temizleyen kapıcılar, en mahrem alanımız evlerimizi biz daha temiz, rahat yaşayalım diye pür-i pak eden güvencesiz ucuza çalışan ev işçileri bunlardan bazıları.
Bu durak, bu hallerle birlikte şahitlik etmek dışında hiçbir amaç taşımamaktadır. Şahit olmak ve şahitlik ettirmek adına farklı geçmişleri olan, farklı halleri yaşayan kişilerle röportajlar yapıp, bu röportajları sizlerle hikayeleştirerek paylaşmak derdindeyim. Görüştüğüm her bir kişiye memleketin genel mayası olarak dayatılan “Türk-erkek-Sünni-beyaz-laik” haller üzerinden bazı ortak sorular sorup genelde her halin içinde doğduğu iklime yönelmeye, sizi de şahit etmeye çalışacağım. Haller durağına hoş geldiniz…
Hepimiz bir sürü halden oluşuyor ama kendimizi ‘bazı’ haller üzerinden ifade etmeye zorlanıyoruz. Öznelliğimiz, kendimize haslığımız dışında, bizden başkalarının istediği bir şey olmamız isteniyor. Niye bir bütünsellik içinde değil de belirli alanlara sıkıştırılarak o alanlarda yaşamaya zorlanıyoruz?
Son derece karmaşık ve zor bir konu ama ilk olarak şunlar söylenebilir. Aslında hepimiz yeganeyiz, eşsiziz. Bir sürü özelliğimiz, bir sürü kimliğimiz var. Bunların bir araya gelişleri, kombinasyonları herkeste farklı olduğu için, herkesin aslında varoluş tarzı bayağı eşsiz. Kimsenin tıpkısı yok. Birilerini değerlendirirken, birileriyle ilişkiye girerken bütün bu varoluş zenginliğini, bütün bu karmaşıklığı göz önüne almak zahmetli bir iş. Epeyce duygusal ve zihinsel enerji harcamamızı gerektiriyor. Örneğin ben sana baktığımda senin otuz çeşit halini bir arada düşünebilmek için zaman harcamam lazım, emek harcamam lazım, duygu yatırımında bulunmam lazım, ve bunun gibi daha bir sürü şey... Modern hayat bu kadar zamana imkân tanımayabiliyor. Hayat hızlı akıyor. Bizi de hızlılığa, yüzeyselliğe, kolaylığa doğru itiyor. Bu, meselenin birinci yanı.
Bir de, insanın zihinsel yapılanması, zihinsel kapasitesi de belli sınırlılıklar, belli eğilimler, belli yatkınlıklar barındırıyor. Belli faktörleri, belli özellikleri öne çıkartıp, sosyo-politik bağlam ve kişinin öznel dünyasında ne tür şeyler önemliyse o özelliği öne çıkartıp, onun üzerinden tanımlamalar ve sınıflandırmalar yapmak kolayımıza geliyor. İnsan zihni sınıflandırıcı bir zihin. Sınıflandırmak gibi bir ihtiyacı, eğilimi var. Bu onun yapısal bir özelliği. Sınıflandırmadan dünyayı algılamamız pek mümkün değil.
Ama sınıflandırmanın da çeşidi var herhalde?
Elbette. Bu sınıflandırma siyah-beyaz diye de yapılabilir, grinin kırk çeşidini araya katarak da yapılabilir. O kırk çeşidi araya kattığımızda çok daha karmaşık bir dünya, çok daha karmaşık insan ilişkileri söz konusu olur. Gerçekliğe daha yakın olur, ama daha zordur. Bir yanda iki sınıf var, diğer yanda elli sınıf. Yani iki sınıf, iki kategori, ben ve ötekiler, biz ve ötekiler. Biz iyiyiz, ötekiler kötü diye sınıflandırmak çok kolay. Hayat siyah-beyaz işte! Bir iyiler var, bir de kötüler. Dolayısıyla zihinsel bir kolaylık, yüzeysellik sağladığı için bir sürü insan tarafından tercih ediliyor. İnsanları bütün özellikleriyle birlikte ele almak yerine indirgeyip önemli görünen birkaç özellik üzerinden değerlendirmek. Ama bu yapıldığı ölçüde insanın eşsizliği, karmaşıklığı, zenginliği; bütün bunlar köreliyor. Hem onu değerlendirenler tarafından hem de insanların çoğu kendilerini de böyle indirgeyerek ele aldıkları için. İnsanlar değişik yanları ihmal ettikleri, gözardı ettikleri için hem kendilerini hem de başkalarını inkar ya da ihmal edebiliyorlar. Gayet indirgeyici düşünebiliyorlar. Dolayısıyla o çoğul haller durumu bir sürü durumda görünmez, gösterilmez olabiliyor.
Peki, bu bahsettiğimiz görünmezliği, kolaycılığı oluşturan yapılar neler? Aileyi, devleti, eğitim sistemini, askeriye gibi kurumları burada nereye koymalıyız? Bu kolaycılık sonucunda yarattığımız sonuçlar mı bu kurumlar, yoksa aslında bu kurumların dayatmasıyla mı kolaycılığa kaçıp salt birkaç sınıflandırmayla algılıyoruz olan biteni?
İşin en dibini, kökenini, bebeklik döneminden başlatabiliriz. İnsan canlısı, kabaca genelleştirirsek, hayatının ilk yılında, bebekken dünyayı daha siyah-beyaz algılar. Zihinsel kapasitesi o kadar. Mutlak iyiler, mutlak kötüler; mutlak var, mutlak yok gibi ikilikler ve bölünmeler üzerinden algılayabilir. Zihinsel kapasitesi, ilişkileri geliştikçe, birincil bakıcısının, ki çoğu zaman bu kişi annedir, katkısıyla, yardımıyla o ikili hal daha karmaşıklaşıyor ve bütünleşmeye başlıyor. Mutlak iyi, mutlak kötü yavaş yavaş esneyip, bir araya gelişlerle “aynı insanın iyi yanları ve kötü yanları bir arada olabilir”e dönüşüyor. Ben mutlak iyi olamam. Kısmi kötü ve zayıf yanlarım da olabilir. Başkaları da öyledir gibi optimal koşullar altında grileşmeye başlıyor. Ama insan canlısının her zaman bu ilksel siyah-beyaz, mutlak iyi-kötü bölünmesine gerileme potansiyeli var. Hepimizin en temelimizde böyle bir varoluş tarzı var. Biz, bunu çok sezgisel, duygusal olarak biliyoruz. Bilinçli olmasa bile gayet bilinçdışı böyle bir zemin var. Uygun koşullarda, büyüdüğümüzde, yetişkinken de, özellikle hayatta zorlandığımızda, zor zamanlarda, tehdit hissettiğimiz zamanlarda, varoluşumuzu sürdüremeyebileceğimize dair bir hissiyat içindeysek bu bilinçdışı, eski, arkaik siyah-beyaz, mutlak iyi-kötü zeminine doğru gerilememiz mümkün olabiliyor. Çocuk büyüdükçe, sosyalleşme arttıkça bireysel ya da ailesel düzeydeki ben kimliğinin üstüne bizlik kimlikleri de eklemlenmeye başlıyor. Önce aile öğretiyor, sonra okul öğretiyor, medya öğretiyor. Öğreten bir sürü çevre var. Orada mevcut, egemen ideolojiler, kültürler, dolayımlar devreye giriyor ve orada biz dediğimiz şeyin neler üzerinden, nasıl kurulduğu meselesi çok önem kazanıyor. Yoksa hepimizin değişik bizlik halleri, bizlik kimlikleri var. Bu yine insanın doğasında var olan sosyal grup oluşturma, sosyal grup içerisinde yaşama ve o sosyal grup üzerinden de kendini tanımlama özelliği. Böylesi bir yatkınlığı var. Sosyal yaratıklarız. Sosyal yaratık olunca doğal olarak sosyal kimlikler de geliştiriyoruz. Ama bu sosyal kimlikler çok değişik şekillerde kurgulanabilirler. Eğer egemen ideolojiler, egemen kültürel yapılar gayet katı, biz-onlar ayrımına dayanan milliyetçilik, ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi vs gibi katı, biz-onlar ayrımını üreten, oluşturan yapılarsa, o zaman bireylerin edindikleri bizlik kimlikleri de gayet katı, dışlayıcı, ayrımcı olabiliyor. Biz dediği grubu homojen ve mutlak iyi, öteki diye kodladığı grupları da mutlak kötü ya da mutlak kötüye yakın, gene homojen ama bu sefer mutlak kötü, siyah-beyaz ayırmaya teşne kültürel iklimler yaratmış oluyoruz. Ne kadar grilik, geçişkenlik, melezlik alanları yaratabilirsek bu dışlayıcı, ayrımcı kültürel kodları o kadar yıpratabilmiş, geriletebilmiş ve dolayısıyla daha demokratik, daha akışkan, daha ayrıştırmayan, benzeşmeleri ön plana çıkartan, farklılıklara saygı gösteren ama aynı zamanda benzerlikleri de, insan olma özelliklerini ön plana çıkartan bir kültürel iklim yaratmış oluyoruz.
Peki gri alanları nasıl arttırabiliriz? Bu geçişkenlikleri nasıl sağlayabiliriz? Bunu mümkün kılan yollar nelerdir?
Birkaç boyuttan bahsedebiliriz. Bir bilişsel, bilgi ile alakalı boyutu; yani biz kimiz, onlar dediğimiz insanlar kim, bu kurgulamanın, ayrımlaştırmanın tarihçesi ne, zamanında neler yaşanmış, tatsız şeyler yaşanmış mı, neler olmuş bu yaşantılarda. Bunlar iki etnik grup arasında katliamlar, boğazlaşmalar, soykırımlar da olabilir, daha basit şeyler de olabilir. Bir kere bilgilenmek, yani ne olmuş, biz neyiz, onlar ne, neler yaşanmış konusunda bilgilenmek meselesi önemli. Ve bu bilgilerin olabildiğince yaygınlaştırılabilmesi, toplumsallaştırılabilmesi önemli. Biz bunu sahiden hakkını vererek yaptığımızda, biz denilen şeyin hiçbir şekilde homojen olmadığı, onlar denilen şeyin hiçbir şekilde homojen olmadığı, her iki grubun da aralarındaki farktan çok kendi içlerinde büyük farkların olduğunun farkına varılması çok önemli. Gruplar arası fark her zaman gruplar içi farktan daha azdır. Ama milliyetçilik, ırkçılık gibi ideolojik konumlar, gerçekliğe tamamen zıt olsa da, bunun tam tersini iddia ederler ve bunun tam tersini gerçekleştirmeye çalışırlar. O yüzden grup içindeki çatlak seslere hiçbir şekilde tahammül edemezler, bu sesleri öıkaranları hain ilan ederler, hemen grup dışına atmaya çalışırlar. Hiçbir şekilde demokrat değillerdir, çünkü varlık nedenleri o ayrımcılık üzerinden doğar. Varlık nedenlerini kaybetmek istemezler. Halbuki bu işin kültürel tarafını bırakalım, o zaten öyle ama, mesela genetik olarak baktığımızda bile Türkler dediğimiz etnik ya da ulusal grupla Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Araplar; komşu, yakın ve aynı coğrafyada yaşayan diğer halklar arasında, gruplar arasında ciddi, anlamlı genetik farklılık yoktur. Olmadığı görülmüş. Bunun yerine çok ciddi bir ortak genetik havuzdan beslendikleri ve gruplar içi farklılıkların gruplar arası farklılıklardan çok daha fazla olduğu mesela artık biliniyor. Ama milliyetçilik, ırkçılık bunun tersini iddia etmek ihtiyacındadır. Sanki öyle homojen bir öz varmış gibi varsaymak ihtiyacındadır. Bir kere böyle bir öz ve homojenliğin olmadığını, her grubun, her bizlik kimliğinin gayet karmaşık olduğu, bunun da normal bir şey olduğu kabul edilip buralardan ortak zeminler, ortak iş yapma zeminleri, ortak duygu zeminleri, ortak kültürel faaliyetler, ortak sanatsal faaliyetler, bu faaliyetler ortak yapılmasa bile, kendi içinde yapılsa bile farklılıkların, melezliklerin, geçişkenliklerin üzerine projeksiyon tutan, bunları aydınlatan, öne çıkartan, dolayısıyla bu sanatsal, kültürel ürünleri izleyen, tüketen insanların sadece bilgi düzeyinde değil duygu düzeyinde de onları dönüştüren, dönüştürmeye, sorgulamaya çağıran kanalların açılması çok önemli. Yani bir, bilişsel düzeyde bilgilenmek; iki, duygusal düzeyde halleşmek. Kendimizle ve öteki diye gördüğümüz insanlarla ortaklıklarımızı hissederek, bize yanlış öğretilmiş şeyleri öğrenerek ve silkinerek, kendimizi dönüştürerek. Buna genel olarak bir yüzleşme pratiği diyebiliriz. Bununla bağlantılı bir ötekini tanıma pratiği diyebiliriz. Bu ikisi, yüzleşme ve tanıma, bu geçişkenlik alanlarını yaratmak ve sürdürebilmek için en önemli iki kanal. Bir de bunlara şunu eklemek lazım. Bütün bu yüzleşmeleri, tanımaları, tanışmaları layığıyla yapsak bile toplumun bir kısmı bu işe direnç ve tepki gösterecektir. Hatta onların ayrımcı konumları daha da sertleşebilecektir. Çünkü onlar siyah - beyaz algısına alışmışlardır ve böylesine karmaşık bir durum onların varoluş zeminini altlarından çekecektir. Tarih içinde böylesi, daha sertleşen, saldırganlaşan azınlık gruplar oluyor. Israrla Türklük, Kürtlük ya da Ermenilik vurgusunu öne çıkartan, o bizlik kimliği için o sırada önemli olan her ne ise ona sarılan ve başka hiçbir şeyi görmeyen, görmeyi, ortak zeminleri reddeden eğilimler de olabiliyor. Ve bunlar çok saldırgan şeyler yapabiliyorlar. Bu tür muhtemel saldırganlıklara yönelik de mutlaka tutarlı, istikrarlı yaptırımlar uygulanması, sınırlar çizilmesi gerekir. Dolayısıyla, kabaca yüzleşme, tanıma ve yaptırım gibi üç temel kanal üzerinden gidecek genel bir kültürel demokratikleşme süreciyle mümkün olabilir diyebiliriz.
Bu ayrımcılıkların oluşmasındaki temel itki nedir?
Bütün bu ayrımcılıkların arkasında eşitliği, eşdeğerliliği kabul edememe durumu var. Bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ben bütün kimliğimi Türklük üzerinden kuruyorsam ve Türklüğü çok üstün, çok iyi, çok önemli bir şey olarak görüyorsam; diğer bütün kimlikleri bunun altında, buna tabi olması gereken, daha aşağıda şeyler olarak görüyorsam o eşitliği, eşdeğerliliği sindiremiyorum. Çünkü sindirdiğim zaman Türklüğün varsaydığım kadar müthiş bir şey olmadığını, diğer kimlikler gibi, onlar kadar bir şey olduğunu görürüm. Farklılıkları olsa bile Türklük de işte Kürtlük gibi. Ne kadar daha iyi ya da kötü olabilir? Rasyonel hiçbir açıklaması yok. Ya da İngilizlik, Ermenilik, başka bir şeyden niye daha iyi ya da kötü olsun? Hiç kimse buna cevap veremez aslında. Ama milliyetçilikler her zaman açıkça değil, bir sürü zaman da örtük olarak, aslında kendi milli - etnik kimliklerinin diğerlerinden daha iyi olduğunu iddia ederler. Kendilerini buna inanmak zorunda hissederler. Dolayısıyla, ayrımcılığı engelleyen, melezliği ön plana çıkartan geçişken bir demokratik kültür tabii ki eşitliği, eşdeğerliliği ön plana çıkartan ve buna bağlı saygı temelinde gelişen bir şeydir. Onu kabul edemedikleri için, onu kabul ettikleri noktada kendi buldukları o katı biz-onlar ayrımı anlamsızlaşacağı için bunu kabul etmek istemezler. Buradan daha da devam edersek, yani evet eşitlik ve eşdeğerlilik inkarı üzerinden giden bir şey var. Niye inkar etmek ihtiyacındalar? Bir tür omnipotans, her şeye muktedir olma hali, buna dair bir ihtiyaç olduğundan bahsedilebilir. Niye omnipotans, kadir-i mutlaklık ihtiyacı var? Burada biraz daha spekülatif yerlere gidebiliriz. Bir koldan ölümsüzlüğe giden bir ihtiyaç mı var? Bir yandan acaba aslında en temelden çok ciddi değersizlik, kırılganlık duyguları var da bunu telafi etmek için tam tersi bir duruş sergileme ihtiyacı mı doğuyor? O değersizlik duygusuyla baş edebilmek için, aslında ben süper değerliyim diye defansif, sahiciliği olmayan bir duruş mu sergileniyor? Buralara doğru gidilebilir ama politik, kültürel mücadelede ilk safha yeterli. Bu da eşitlik, eşdeğerlilik inkarı. Bizim bununla çok ciddi biçimde, çok boyutlu olarak mücadele etmemiz lazım.
İnsanlar, sadece birbirlerine karşı ayrımcılık yapmıyorlar, benzer bir tavrı, içinde yaşadığımız gezegen ve bizimle beraber bu gezegeni paylaşan diğer canlılara karşı da gösteriyorlar. Birlikte yaşadığımız canlılarla nasıl halleşiyoruz? Nasıl olmalı?
Gezegen olarak, insanlık olarak başımızdaki en büyük bela küresel, iklimsel riskler ve bu hepimizi ilgilendiriyor. Ve hakikaten bütün varoluşu tehdit eden bir hal. Bu, herkesi ilgilendiren en büyük bela, hem de herkesi birleştirebileceği için aslında potansiyel olarak en büyük imkan. Bunun bilimsel literatürde, sosyal psikoloji literatüründe yeri var; bu çatışmayı gidermenin en verimli yollarından biri, bu iki çatışan tarafın, kişinin ya da grubun, daha üst ortak bir amaçta birleşebilmesidir. Mesela bunlara saldıran ya da tehdit eden ortak, üçüncü bir düşman çıkarsa, bu ikisi bir araya gelebilirler. Eski husumetlerini geri plana atıp barışabilirler. Geçici ya da kalıcı olması ayrı bir mesele. Ya da etnik, ulusal anlamda kimlik çatışması varsa, iki taraf daha üst bir kimlik şemsiyesi altında birleşebilir. Mesela Türkiye açısından Türkiyelilik önerisi vardı, hiç iyi değerlendirilmedi falan ama o işte tam da bu amaçla, herkesin kendisini altında hissedebileceği bir üst-kimlik, bir üst amaç olarak önerilmişti. Küresel iklimsel, riskler, bütün insanlık ailesi için böyle ortak bir amaç potansiyelini barındırıyor. Hepimizin eşiğinde ortak bir bela var ve hepimizin bu belayı savuşturmak için aynı gezegende, aynı biçimde ve aynı tehditler altında, aynı akıbete doğru gittiğimizi idrak edip ortak davranmaktan başka bir çaremiz yok. Olması gerekenden daha yavaş ama giderek daha fazla insan bu duruma ayıyor. Bu ortak bir insanlık kimliği, ulus ötesi, insanlık ailesinin ferdi olma hali, insanlık kimliğinin ön plana çıkartılması için çok önemli bir imkan da sağlıyor. Bunun için de sadece iklim değişikliği değil doğal hayatla o saygılı ilişkinin zedelenmiş olması, yani öteden beri gerek doğal kaynakların har vurulup harman savrulması, gerek diğer canlılarla ilişkimizin çok asimetrik olması, orada da çok ciddi saygısızlıkların yaşanıyor olması... Bütün bunların yeniden düşünülmesi ve bir insanlık şemsiyesi, ortak, genel kimliği altında düşünülmesi imkanını sağlıyor. Bunun yine politik, kültürel, sanatsal olarak çok daha fazla işlenip vurgulanması önümüzdeki dönemin önemli işlerinden birisi.