Bize bir iş verirken “Acaba yapabilir mi?” diye düşünmezdi Baron Hrant; işi verir, sonucunu çarşamba gecesi prova sayfalarda okurdu. Onlarca hata yaptık muhtemelen, ama hiçbiri için başımızı eğdirmedi, bize her şeyi yapabilecek güçte olduğumuzu fark ettirdi.
15 Eylül Baron Hrant’ın doğum günü. Ne şanslıyım ki böylesine güçlü bir ‘patron’um oldu. Rüzgârıyla bile hayatlar değiştiren, özel bir insandı.
Ben Ermeni okullarında okuyamadım; ‘mahalle okulu’ olarak tanımlanabilecek eğitim kurumlarına gittim. Liseyi bitirirken, babam, okumaya devam edebilmem için İstanbul sınırları içinde bir üniversiteye gitmemi şart koştu; İstanbul dışında bir tıp fakültesini bile kazansam gidemeyecektim. İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne girdim. Çok ağlamıştım kazandığımı duyduğumda, çünkü gazetecilik bölümünü bekliyordum. Zamanla benimsediğim bölümümü bitirdikten sonra rotamı yine gazeteciliğe çevirdim. 2000 yılının Kasım ayında yolumun Agos ve Baron Hrant’la kesişmesinin ardından, beni ben yapan tüm değerleri bir bir yüklenmeye başladım.
Gazeteye ilk gelişim bir akrabamız vesilesiyle olmuştu. Yazıp çizmeyi sevdiğimi biliyordu; bana yol göstermesi için Hrant Dink’le tanışmamı salık verdi, bir de randevu aldı benim için.
Lisansı yeni bitirmiş, yüksek lisansa başlamıştım. Çok şey bildiğimi sanırken hayatta ne kadar tecrübesiz, kimliğimden ve kültürümden ne kadar uzak olduğumu ilk olarak Agos’ta anladım. Baron Hrant, tanıştığımızda, tez konusu olarak ne düşündüğümü sordu; Antik Yunan mimarisi üzerine çalışmak istediğimi söylediğimde, bana kimliğimi hatırlatıp, Ermeni mimarisinin de benim gibi araştırmacılara ihtiyacı olduğunu söyledi. Peki, nasıl olacaktı? Dili bile bilmiyordum. İşte o an, yeni bir yolculuğa başlamış oldum. Dil öğrenmem için hemen birileriyle görüştü Baron Hrant; Baron Muşeğ Nacar’dan Ermenice dersleri almaya başladım. Baron Sarkis Seropyan da işin ucundan tutunca, ‘kayıp’ bir Ermeni genç kimliğiyle tanışıp topluma karışmış oldu. Dil dersleri alsam da, Ermenice kaynakları tarayıp çeviri yapacak durumda değildim. Baron Seropyan ve Aris Nalcı’nın bu konudaki katkılarıyla ortaya devasa bir tez çıktı: ‘Galata Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi ve Orta Çağ Ermeni Mimarisi ile İlişkisi’.
İşte böyleydi Baron Hrant’ın insanlara dokunuşu, bazen ufak bir söz, bazen koca bir destek…
Her gün gazeteye gidiyordum. O kadar kalabalıktı ki o zamanlar, herkesin bilgisayarı da yoktu önünde. İnternet deseniz, sadece bir bilgisayarda vardı ve onu da öyle herkes istediği an kullanamazdı. Agos’ta işe başlayan herkes gibi önce orta masada Arman’la arşiv taraması yaptım. Her gün tüm gazetelere teker teker bakılıyor, bizlerle ilgili haberlerin kupürleri kesilip arşivleniyordu. Gazeteye çalışmak için gelen pek çok kişi bu aşamayı geçemez, sabırsız davranıp işten ayrılırdı. Ama ben zamanla, aynı anda hem muhabirlik, hem editörlük, hem grafikerlik yapar oldum.
Dolayısıyla, Agos’un topluma kazandırdığı bir Ermeni olduğumu söyleyebilirim. Bir bir özümsedim, Baron Hrant’tan bize aşıladığı değerleri. Öncelikle ve en çok da özgüveni...
Bize bir iş verirken “Acaba yapabilir mi?” diye düşünmezdi Baron Hrant; işi verir, sonucunu çarşamba gecesi prova sayfalarda okurdu. Onlarca hata yaptık muhtemelen, ama hiçbiri için başımızı eğdirmedi, bize her şeyi yapabilecek güçte olduğumuzu fark ettirdi. Bir keresinde İsrail’e, dünyanın çeşitli yerlerinden gençlerin katılımıyla İsrail-Filistin ilişkilerinin ele alınacağı bir atölyeye göndermişti beni. Dönüşümde, nasıl geçtiğini sorduğunda, ona ne kadar ‘büyüdüğümü’ anlatmıştım. Beni nereye gönderirse göndersin, sorgusuz sualsiz giderdim, çünkü her gidiş bir şeyler katıyordu bana.
Gazete haftalık çıktığı için iş yoğunluğu belli günlere toplanmıştı. Her pazartesi, yeni sayının içeriğine ilişkin bir toplantı yapılır, sonrasında bu içeriğin oluşması için çalışmaya başlanır, salı günü daha yoğun çalışılırdı. Çarşamba dendiğinde ise akan sular dururdu. İşimiz geceyarısından çok sonra, bazen 03.00’te, bazen 05.00’te, bazen de gün aydınlandıktan sonra biterdi. Baron Hrant arabasıyla bizleri tek tek evimize bırakır, öyle giderdi kendi evine.
İlk zamanlar CD, DVD yoktu, disket kullanırdık. O 4 megabitlik disketler öyle kıymetliydi ki kaybetmemek için bazen boynumuza asardık. O dönemlerde gazete baskıya büyük hard diskle giderdi. Bu işi, Leda (Mermer) ve ben dönüşümlü olarak yapardık. Sabah matbaaya hard diski teslim eder, gazetenin sayfa kalıplarının hazırlanmasını beklerdik. Kalıplar hazırlanır, baskı makinelerine bağlanır ve baskı başlardı. Her seferinde kalbim pır pır ede ede beklerdim, ya bir hata olursa diye. Çıkan ilk sayı bizim kontrolümüzden geçerdi. Sayfaların doğru bağlanıp bağlanmadığını, yazı karakterlerinin doğru açılıp açılmadığını kontrol ederdik. Benden önce bu işi yapan arkadaşım, bir keresinde 1. sayfayı hatalı yüklemişti, gazete basılıp ofise gelince fark edilmişti durum. “Eyvah, ne olacak, Baron Hrant şimdi ne diyecek” diye korkarken, Baron Hrant arkadaşımıza “Kızım, sen âşık mısın, neden böyle yaptın?” demişti ve kapanmıştı konu. Tüm gazeteler çöp olmuş, o sayı yeniden basılmıştı.
Mesai aslında 09.00’da başlardı ama o saatte gelen olmazdı pek. Ofiste kimseler yokken çalışmayı sevdiğimden genelde erkenden orada olan ben, bir salı sabahı, geciktim. Saat 11.00 civarıydı. Zile bastım. İçeriden Baron Hrant’ın bağırma seslerini duydum. Kapı açıldı. Sekreter arkadaşım “Git git, girme hiç, Baron Hrant çok sinirli, herkes geç kalmış diye çok kızgın, sana patlayacak” dedi. Ama artık çok geçti, içeri girmiştim bile. Baron Hrant’la karşılaştık; “Neredesiniz kızım, saat kaç oldu, gazetede kimse yok, bugün çarşamba, bari bugün erken gelin” dedi. Bağırmıyordu ama kızgın bir ses tonuyla konuşuyordu. Ben de pişkin pişkin “Ama Baron, bugün salı” deyiverdim, salı günü geç kalmak normalmiş gibi… Yanağımı sıkıp “Pardon kızım, ben çarşamba sanıyordum” dedi. Bu kadardı kızgınlığı, başka biri olsa benim o pişkin cevabıma daha da fazla öfkelenip kovardı karşısından.
Hiçbir zaman ‘patronluk’ yapmadı bize Baron Hrant, ama saygınlığı bakiydi, Baron’umuzdu bizim. Yılbaşında birlikte ‘Ararat’ konyağı içtiğimiz, kendisine gelen çikolata paketlerini açmadan Leda’ya ve bana teslim eden, konser biletlerini bizimle paylaşan, televizyonların canlı yayınlarına giderken bize kravatını seçtiren, karşısına çekinmeden çıktığımız, bize dimdik durmayı öğreten sevgili Baron’umuzdu. 16 yıl önce, o karanlık 19 Ocak günü yaptığımız cuma toplantısının ardından değişti hayatımız. Baron’umuzu aldılar bizden. Geride yılmadan çalışan, özgüvenli neferler olarak bizler kaldık.
İyi ki doğdun ve yaşadın Baron Hrant, iyi ki geçtin bu dünyadan ve iyi ki dokundun ben ve benim gibilerin hayatına.