Çocukluktan sahneler / lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

Fotoğrafı çekilecek pek bir şey yoktu. Galata Kulesi’nin yanındaki dar sokaklardan birinde, birkaç işçi kaldırım taşı döşüyordu. İstanbul’a taşındığım yıl, Galata Fotoğrafhanesi’nde bir atölye çalışması yürütüyordum. O gün Galata’ya, dersin başlamasından epey önce varmıştım; sokaklarda yürüyüp fotoğraf çekerek vakit öldürüyordum. Geleneksel zanaatlara zaafım vardır, el ustalığı gerektiren işler yapanları seyretmekten kendimi alıkoyamam. Tabii, inşaat çalışmalarını izleyen insanlar, Ortadoğu’da sık karşılaşılan bir manzaradır – bir işçi kuyu kazar, beş kişi onu izler. Vinç operatörlerinin de seyircisi boldur. Ama bana inşaat alanları ve iş makineleri sıkıcı gelir. İşçilerin, ellerini kullanarak en iyi bildikleri işi yapmasını izlemeyi severim ben. Bir çift el ve birkaç basit aletin, basit bir mantıkla yaratabildiği şeylere hep hayranlık duymuşumdur. O gün de, yola hatasız bir geometriyle ve büyük bir hızla taş döşeyen bu işçileri izlemiştim. On yıl önceydi; hâlâ arada bir o sokaktan geçerim. Galata Fotoğrafhanesi uzun süre önce taşındı, sonra da kapandı ama kaldırım taşları inatla, sapasağlam, yerlerinde duruyor.

Bu izleme tutkum ta çocukluk yıllarıma dayanır. Elli beş yıl önce, Kamışlı gibi küçük bir şehirde yaşayan, küçük bir çocuk düşünün. Ne televizyon var, ne bilgisayar. Boş vakitlerinde hep sokakta. Oyunun ve arkadaşın haddi hesabı yok. Ama benim gibi çocuklar, etrafında olup biteni gözlemleyerek de çok vakit geçirirdi. Bizim sokağın ilk beton kaldırımları yapılırken, işçilerin çimentoyu tahtalarla şekillendirip, bir uçtan bir uca iki çiviyle tutturulmuş, gergin bir ipin kılavuzluğunda dümdüz hâle getirmelerini hâlâ hatırlarım mesela. Sonra, sokağın başındaki kalaycıyı, eski kap kacağı pırıl pırıl yapan adamı ilk görüşümü... Sabahtan adamın yanına çömelmiş, öğleye kadar onu izlemiştim. Adeta büyü yapıyordu. Tencereye yumuşak, gümüş rengi kalaydan bir parça koyuyor, pof diye bir duman çıktıktan sonra o kısmı pamuklu bir bezle siliyordu. Dumanın kokusu beni benden almıştı.

Bir de, biz çocuklar, her defasında başka bir bahaneyle, sık sık şehir merkezine giderdik. Orayı bu kadar çekici kılan, ilginç atölyeler ve imalathanelerdi. Şehir merkezine giderken ya da dönüşte bunlardan birinin önünde durur, işçileri izlerdik – artık, her ne yapıyorlarsa… Hangi birini anlatayım... En sevdiklerimizden biri, Antranig’in, çeşit çeşit aletlerle dolu marangozhanesiydi. Bir keresinde çırağıyla birlikte küçük bir masa yapmalarını baştan sona izlemiştim. Talaş kokusuna karışan sarı tutkalın kokusuna bayılırdım. Bir de kahve kavrulan, küçük bir dükkân vardı. Karşı konulmaz kokular gelirdi o dükkândan. Fırına verilen yeşilimsi kahve çekirdekleri kavrulunca siyaha çalan bir kahverengiye döner, el değirmeninde çekilip toz hâline getirilirdi. Bazen de bir freze atölyesinin önünde belki bir saat durur, dikdörtgen bir metal parçasına kıvrımlı, yuvarlak şekiller verilmesini hayretle izlerdim.

En çok sevdiğim gözlem yerimse, kocaman tuvallerin üzerine film afişleri yapan genç bir ressamın büyük atölyesiydi. Şehrimizde dört sinema salonu vardı; iki-üç günde bir film değişirdi. Önemli bir film gelecek olduğunda, filmin afişi aynı böyle büyük tuvallere çizdirilir, seyyar satıcıların kullandığı türden bir el arabasına konup şehirde dolaştırılırdı. Bir adam arabayı iter, biri de avazı çıktığı kadar bağırarak, gişe rekorları kıran filmin reklamını yapardı. Hoparlör kullandıkları da olurdu. O atölyede bazen saatlerce kalırdım. Genç ressam bir köşede oturup onu seyretmeme izin verirdi. Çok sessiz biriydi, neredeyse hiç konuşmazdık. Ama orada olmamdan memnun olduğunu bilirdim. O da benim en çok sevdiğim aktörün Herkül filmlerinde başrolü oynayan Steve Reeves olduğunu bilirdi. Bir kenara oturur, devasa tuvale birbirini kesen yatay ve dikey çizgiler çekip, kalın bir kurşun kalemle filmin orijinal afişinin kopyasını çizmesini izlerdim. Bazen de karakalem çizimlerini yağlıboyayla boyadığı zamana denk gelirdim. Fırçasının zarif darbeleriyle yüzlere, tenlere renk verir, vücut kıvrımları yapardı. O renk renk boya tüplerini, kâh büyük bir alanı boyamak, kâh ince bir ayrıntı yapmak için değiştire değiştire kullandığı boy boy fırçalarını çok severdim. Beyaz tuvalin, üzerinde beliren insan figürleriyle yavaş yavaş canlanışını izlemek bana büyük bir mutluluk verirdi. Burnuma dolan boya ve tiner kokusuyla keyiften dört köşe olur, sarhoşa dönerdim.

                                                                                                                  İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz



Yazar Hakkında