Girit Yunanistan’ın Ege’deki en büyük ve farklı adası. Halkı Katolik Venedik’e tepki olarak kitle halinde ihtida etmiş (Müslüman olmuş), Osmanlı’dan 1878’de özerk ve 1908’de bağımsız olunca yine kitle halinde Ortodoksluğa dönmüştü. Bütün bu adalardan gelen herkese Türkiye’de (jenerik bir ad olarak) “Giritli” dendiğinden anlayınız önemini. Halkının tanrılara değil, tanrıçalara tapındığı biliniyor. Minos uygarlığı burada doğuyor ve saraylar inşa ediyor.
Geçen hafta yani 11-15 Temmuz günleri torun-torba hep birlikte Ege Yunan adalarında bir kruz (cruise) gezisi yaptık. Bu kruz gemileri, malum, apartman gibi yüksek tekneler. Bizim bindiğimiz Celestyal Olympia 1.660 yolculu ve 550 mürettebatlı küçük bir şehir idi. Kısaca bahsedeyim, belki işinize yarayacak bilgiler olur içinde.
Ben zatürreden sonra gücümü tam toparlayamadığım için çoğu yerde çarşı-pazar gezmek yerine manzaralı bir kafeye oturup çocukların dolaşmasını bekledim ama sırayla şu adaları gördük: Patnos, Rodos, Girit, Santorini, ada değil ama Atina, son olarak da Mikonos. Ve başladığımız Kuşadası’na döndük. Özetlersem:
***
1) Patnos. Küçük bir ada. Ama önemli bir Ortodoks din merkezi olduğu için “Yunanistan’ın Vatikan’ı” diye anılıyor. Manastır tabii ki bütün manastırlar gibi en tepede; rahipleri dünyadan mümkün olduğu kadar tecrit edebilmek için.
2) Rodos. Yunanistan’ın Ege’deki bu ikinci büyük adasında Rodos Şövalyeleri’nin Büyük Üstatlar Sarayı çok etkileyiciydi. Ne de olsa taa 11. Yüzyılda kurulan ve Katoliklik adına korsanlık yapıp Akdeniz’i haraca kesmiş koca bir silahlı tarikattan bahsediyoruz. Bu açıdan (ama tabii ki medeniyet açısından değil!) “bizim” IŞİD bunların Müslüman versiyonu.
Başka adları da var: St. Jean Şövalyeleri, (Kudüs’e hacca giden Hristiyanlara bakmak için hastane kurdukları için) Hospitalier Şövalyeleri, son olarak da Malta Şövalyeleri. Bodrum kalesini kuranlar da, Osmanlı’nın Rodos ve Kıbrıs’ı alırken çarpıştıkları da bunlar.
Rodos durağının bizim için ayrıca özel bir önemi vardı; aramızda lakabı “talebe” olan Eser kızımızı T.C. Başkonsolosluğu’nda başgöz ettik. Bu vesileyle, Mülkiye’den ’86 mezunumuz başkonsolosu da ziyaret olanağını buldum.
3) Girit. Yunanistan’ın Ege’deki en büyük ve farklı adası. Halkı Katolik Venedik’e tepki olarak kitle halinde ihtida etmiş (Müslüman olmuş), Osmanlı’dan 1878’de özerk ve 1908’de bağımsız olunca yine kitle halinde Ortodoksluğa dönmüştü. Bütün bu adalardan gelen herkese Türkiye’de (jenerik bir ad olarak) “Giritli” dendiğinden anlayınız önemini.
Halkının tanrılara değil, tanrıçalara tapındığı biliniyor. Minos uygarlığı burada doğuyor ve saraylar inşa ediyor. Gezdiğimiz Knossos bunların en görkemlisi. Muazzam geniş bir araziye yayılmakta. Labirent gibi olduğu söyleniyor ki, labyrinthos kelimesi de buradan gelmekte.
Sarayın altında ise, Girit kralı Minos’a yenilen Atinalıların haraç olarak gönderdikleri kentin en güzel yedi genç erkek ve yedi genç kızını yiyen Minotor (“Minos’un Boğası”) adlı yarı insan yarı boğa bir canavar yaşıyor ki, Kral Minos’un karısının (kadına bak yahu!) bir boğayla çiftleşmesinden doğuyor ve denize adını veren Atina Kralı Egeus’un oğlu tarafından öldürülüyor. Zaten labyrinthos da bu canavarı kapatmak için yapılmış. Daha neler neler.
Minos uygarlığı, İ.Ö. 1630 civarında meydana geldiği düşünülen muazzam bir yanardağ patlaması ve ardından gelen tsunamiyle yıkılıyor.
4) Santorini. Girit’i yıkan ve “Tera” adıyla “yazılı tarihin en büyük patlaması” diye bilinen felaket bu adadan/takımadadan kaynaklanıyor. Santorini Girit’e 100 km. Adanın hemen dibinde daha küçük bir ada var, simsiyah. Kömür siyahı. Donmuş lav yığını. Felaketin canlı faili.
Hani, Santorinililer yüzme bilmez diyecek olsalar inanırım, çünkü adada hiç denize girecek plaj yok. Ada denizin kıyısından duvar gibi birdenbire yükseliyor ve sonuç olarak, başka adalardan tamamen farklı olarak, tüm evler en tepelerde. Bu bembeyaz evler silsilesi bir dağın tepesinde karlardan oluşmuş tacı anımsatıyor. Zaten teleferikle çıkıyorsun mecburen. Çok çok değişik bir yapısı var buranın.
5) Atina. Yani Atina’nın iki limanından biri olan (diğeri, Pire) Lavrion limanı. Atina’yı defalarca görmüş olduğum için ben burada inmedim; zaten Akropolis tura dahil değildi.
6) Mikonos. “Mayo giymenin isteğe bağlı olduğu” plajları, fırtınalı gece hayatı ve benzeri “rahatlık”larıyla meşhur bu adada böyle şeylere orada geçirdiğimiz bikaç saat içinde tabii ki rastlamadık. Ben zaten bir yere oturdum, bizimkiler dolaştı. Patnos’ta 5 Euro’ya içtiğim aynı marka küçük Yunan birası burada 8 Euro idi.
Gemimiz Celestyal Olympia’dan da bahsedelim.
***
Daha önce de Barselona’dan kalkıp Kanarya Adaları ve Fas’a giden bir kruz gezisi yapmıştık. Bu gemilerde standart uygulamalar var. Mesela, pasaportları girişte teslim ediyorsunuz, size bir kart veriyorlar, bununla hem gemiye hem de (daha önemlisi, ziyaret edilen ülkelere gümrüklerden geçmeden) girip çıkıyorsunuz. Aynı karttan yeme-içme ödemelerinizi ve karaya çıkıldığında aldığınız turları görüyorlar, vs.
Celestyal Olympia’da da aynı durum vardı, yeme-içme de çok iyiydi, çok boldu, çok kaliteliydi. Kapalı salonlarda veya açık havada çok sayıda restoranı vardı. Özellikle de mürettebatın ve garsonların hizmeti çok çok iyiydi. Neredeyse tamamı G. Doğu Asyalı olan garsonlar fevkalade kibar ve güler yüzlüydü. Bizim Türkiye’den olduğumuzu öğrenince de “Afiyet olsun!” diyorlardı. Kabinler ise günde bir değil iki kere temizleniyor, eğer öğleden sonra gidip yatarsanız yatağınız tekrar düzeltiliyordu.
Fakat bazı olumsuzluklar da vardı ki, ben hayret ettim.
İlk girişte bir genel toplantı yapılıyor çeşitli kuralları açıklamak vs. için. Salon resmen buz gibiydi. Samimi söylüyorum, gerçekten titretecek kadar soğuk. Ben bunu yetkililere belirttim, söyledikleri gerekçe şaşırtıcı oldu: “Gemide böcekler olmasın diye klimayı böyle ayarlıyoruz; değiştirilemez”. Vallahi, bundan daha “ilginç” bir gerekçe olarak ancak S. Demirtaş’ı içeride tutmak için mahkemenin yazdığını anımsıyor insan:
“Sanığın (…) serbest bırakıldıktan sonra adaletin iyi idaresine zarar verecek tarzda önlemler alabilecek olma tehlikesi mevcut olduğu değerlendirilmiştir” .
Yani, kruz gezisine çıkacak olursanız, temmuz ağustos demeyin, yanınıza uzun kollu bir hırka veya mont alın derim. Bi de, gemide internetin saati 8 Euro, ona göre.
Geminin bütün kapalı yerlerinde hava buz gibi olunca, insan en üstteki (9. kat) açık alana çıkıyor. Fakat burada da sonuna kadar açılmış hoparlörlerden yükselen sürekli bir animasyon var ki, çok sevdiğim sirtakiden sıtkımın sıyrılmasına yol açıyor. Ne gibi, Bodrum’da evimizin hemen yukarısındaki müftü lojmanına monte edilmiş ve sonuna kadar açılmış hoparlörden gelen ezan ve sair dinsel faaliyetin insanı İslam’dan soğutması gibi.
Bu hoparlör olayının gemi yöneticileri tarafından idrak edilmemesi şaşırtıcı. Herhalde, ne kadar bağırtırlarsa yolcuları o kadar eğlendireceklerini düşünmekteler ki, bu da ezan hoparlörlerinin İslam’ı sevdirme fonksiyonuna benzerlik gösteriyor.
Bu durumun gençler tarafından böyle değerlendirilmeyeceğini düşünmek mümkün. En nihayet gidip içeri salonlara girersiniz. Fakat dedim ya, içeriler buzhaneden farksız.
Diğer bir alternatif, kabininize gidip kitap okumak; fakat o zaman da, (her limandan gemiye binen farklı milliyetlere göre) 5 ila 7 dilde yapılan ve her seferinde yaklaşık 10 dakika süren anonsları başucunuzdaki hoparlörden (kapatılamıyor) dinlemek zorundasınız. Tüm mekanlarda ve ayrıca kabin koridorlarında yapılarak her taraftan duyulan bu anonsların kabinlerin içinde niye yapıldığını sordum, “Sabahları yapmıyoruz, ama sonra yapıyoruz” cevabını aldım.
Diğer yandan, yattığınız kabinlerde üç yandan (dördüncü yan, koridor) gelen konuşma sesleri duvarların kağıt gibi ince olduğunu düşündürüyor. Bağırma demiyorum; tamamen normal yükseklikte konuşma sesleri. Öksürüyorlar, aynen duyuyorsun.
***
Kruz gezileri her keseye göre farklı ayarlanabilen, bir çıkışta çeşitli yerleri görmeye olanak veren seyahatler. Ama her gülün dikeni olabiliyor.