Türkiye-Ermenistan ilişkileri: "Sivil toplum devreye girmeli"

İkinci Karabağ Savaşı’nın Ermenistan ve Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları üzerindeki etkisine dair çarpıcı bulgular içeren, iki ülke ilişkilerinde sivil toplumun rolüne odaklanan “Şimdi Ne Olacak?” başlıklı rapor Nisan ayında yayımlandı. Rapor, ‘2020 İkinci Dağlık Karabağ Savaşı Sonrasında Ermenistan ve Türkiye’de Sivil Diyalog Çalışmaları’ araştırma projesi ekibinde yer alan Armine Avetisyan, Kübra Zeynep Sarıaslan ve İhsan Karayazı tarafından hazırlandı.

Ermenistan ve Türkiye’den 23 kişiyle görüşmelere ve saha çalışmalarına dayanan rapor İngilizce, Ermenice ve Türkçe olarak üç dilde yayımlandı. Calouste Gulbenkian Vakfı tarafından desteklenen araştırmada bulguların yanı sıra öneriler de sunan ekiple araştırma sürecini ve İkinci Karabağ Savaşı’nın Ermenistan-Türkiye sivil diyaloğunu nasıl etkilediğini konuştuk.

Kendinizi tanıtır mısınız? Araştırma ekibi olarak böyle bir araştırma yapmaya nasıl karar verdiniz?

Biz uzun zamandır hem birer sivil toplum çalışanı hem de akademik olarak Ermenistan-Türkiye normalleşme sürecini takip eden ve bu konuda çeşitli çalışmalar yapmış bir ekibiz. ‘Ekibiz’ derken aslında arkadaşız, herhangi bir profesyonel hiyerarşi veya oluşum içerisinde değil, sadece bağımsız projeler yapıyoruz. Hepimizin yolu 2000’lerin başında bir şekilde Kars’ta kesişti, hemen ardından Armine’nin memleketi Gümrü’ye de gidip gelmeye başlayınca kapalı sınır kapısının yerelde gündelik hayatı ve insanların birbirlerine dair algılarını nasıl etkilediğini ve şekillendirdiğini birinci elden gözlemleme şansımız oldu. Zeynep akademisyen; bir sosyal antropolog. Özellikle sınır ve kendi memleketinin sınırlarından öteye sürülmüş gazeteciler konusunda akademik araştırmalar yapıyor. Armine ise Brandeis Üniversitesi’nde çatışma dönüşümü konusunda çalışıyor, İhsan ile birlikte hem yerel hem de uluslararası pek çok kurum nezdinde Ermenistan ve Türkiye ilişkilerine sektörel işbirlikleri, kültür ve sanat üretimi, ortak yemek kültürü gibi konular etrafında kümelenen işler yaparak katkıda bulundu.

İkinci Karabağ Savaşı herkes gibi bizi de derinden üzdü. Gelen haberler karşısında zaman zaman daha önce yaptığımız işleri sorguladık. Acı ve kayıplar o kadar büyüktü ki akıl ve beden sağlığımızı yitirmekten endişe etmeye başladığımız zamanlar oldu. Bunu özellikle savaşın hemen ardından Ermenistan’a gittiğimizde hissettik. Yine daha önce yaptığımız işe sarılmakta bulduk çareyi. Elbette bu yıkıcı savaştan etkilenen sadece biz olamazdık. Bu konuda çalışan sivil kişi ve kurumların durumu nasıldı, onlar nasıl etkilendiler diye merak ettik. Araştırma projesi de bu şekilde başladı.

Görüşmeci kitleniz kimlerden oluşuyordu?

Ermenistan-Türkiye normalleşme sürecine dahil olmuş sivil kişi ve kurumlarla konuştuk. Bunların içinde sivil toplum profesyonelleri, sanatçılar, gazeteciler ve iş insanları da vardı. Her iki ülkeden neredeyse eşit sayıda katılımcıyla toplamda 23 görüşme yaptık ve eşit cinsiyet ve aidiyet temsilini göz önünde bulundurmaya çalıştık. Ayrıca, iki ülke arasındaki sivil girişimlerin uzun yıllara dayanan geçmişini göz önünde bulundurarak sivil toplum çalışmalarına ilişkin algılarda kuşaklar arası oluşmuş muhtemel farklılıkları anlamak için hem tecrübeli kişileri hem de kariyerinin başında veya ortasındaki profesyonelleri dahil ettik görüşmelerimize. Coğrafi olarak da mümkün olduğu kadar geniş bir alana ulaşmaya gayret ettik, sadece Yerevan-İstanbul merkezli değil, başka şehirlerden insanlarla da konuştuk.

İkinci Karabağ Savaşı’nın Türkiye’yle Ermenistan arasında devam eden sivil toplum diyaloğuna ve sivil inisiyatiflere nasıl bir etkisi oldu?

Zaten pandemi nedeniyle epey aksamış olan sivil diyalog çalışmaları, savaşın çıkmasıyla birlikte maalesef tamamen durma noktasına geldi. Savaş devam ederken, propaganda ve yanlış bilgilendirme manşetlerde fazlasıyla yer aldı. Sivil toplum çalışmaları da haliyle daha az görünür oldu. Ermenistan’da ilan edilen olağanüstü hâl, iletişim konusunda çeşitli kısıtlamaları beraberinde getirdi ve oradaki sivil toplum örgütlerinde Türkiyeli ortaklarıyla konuşmakta bir çekince yarattı. Bu arada pademi öncesinde iki ülke arasındaki doğrudan hava ulaşımı, taşıyıcı şirketin iflas etmesi üzerine zaten durdurulmuştu. Dolayısıyla gidip gelmeler kesilmişti, çalışmalar daha çok çevrimiçi ve fizikî temas gerektirmeyen masabaşı araştırma işleri olarak devam etti bir süre.

Bunun bir kırılma noktası olduğunu söylemek mümkün mü?

Savaştan sonra oluşan ortamı da dikkate katınca bunun iki ülke sivil diyalog çalışmaları için kırılmadan ziyade bir dönüm noktası olduğunu söylemek daha uygun sanki. Son derece karmaşık ve kendi içinde tartışmalı yanları olan Dağlık Karabağ meselesi şimdiye kadar yapılan sivil toplum çalışmalarının odağında yeterince yer almadığından, ikinci savaş çıkana kadar, bu, Türkiye’de yeterince anlaşılmış bir konu değildi. Gerçi savaştan önce bunun Ermenistan’da bile üzerinde geniş kamuoyu tartışmaları yapılmış ve mutabakata varılmış konu olmadığını söyleyebiliriz. Savaş, Ermenistan-Türkiye sınırının iki tarafında birbirinden çok farklı algılandı. Türkiye’deki çoğu insan Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki 30 yıllık bu çatışmaya Türkiye’nin doğrudan müdahil olmasının ne anlama geldiğinin farkında değilken, Ermenistan’da soykırımın yarattığı kitlesel travma yeniden tetiklendi ve Ermeni halkının gözünde Türkiyeli ve Türkiye algısı daha da olumsuz bir noktaya geldi. Türkiyeli sivil diyalog aktörlerinin savaş sırasında Ermenistan’daki ortaklarına etkin bir şekilde destek verememeleri ve Türkiye’nin, Azerbaycan’ı Ermenistan’a karşı savaşında doğrudan kollaması konusunda çoğunlukla sessiz kalmaları Ermenistanlı ortaklar için oldukça hayal kırıklığı yaratan bir deneyim olmuş. Türkiye’deki sessizlik birkaç nedenden kaynaklanıyor; bunlardan en önemlileri sivil toplum kuruluşları üzerindeki yoğun siyasi baskı ve iç politika alanında öncelikli başka konular olması. Ayrıca, Osman Kavala’nın tutuklanmasının Ermenistan-Türkiye diyalog projeleri üzerindeki olumsuz etkisi, yaptığımız görüşmelerin neredeyse tamamında dile getirildi. Ermenistan’da ise sivil toplum sektöründe çalışan pek çok kişinin artık Paşinyan hükümetinin çeşitli kademelerinde kamu görevleri üstlenmiş olmalarının bu alandaki yetişmiş insan kaynağında bir eksilmeye neden olduğu vurguladı. Sınırın her iki tarafındaki ortaklar arasında dayanışma eksikliğine neden olan birbirinden farklı sebep ve zorlukların bu süreçte maalesef üst üste gelmiş olduğunu söylemek mümkün.

Öte yandan savaştan sonra her iki taraftan kurumlar, yaptıkları işleri tekrar gözden geçirme fırsatı buldu. 30 yıllık süreçte çok güçlü kişisel bağlar ve dostluklar kurulduğu aşikâr, şimdi bu tecrübeden çıkardıkları dersleri de hatıralarında tutarak ilerideki ortak çalışmaları konuşuyorlar. Başka sorunlar çıkması olasılığına karşı artık A, B ve C planı gibi muhtelif senaryoları dikkate alarak projelerini tasarlıyorlar. Yani daha hazırlıklılar ve bu iyi bir şey.

Dağlık Karabağ meselesi bitmiş değil, belirsizlikler var, üstelik son gelişmelerle birlikte daha da can yakan bir hal aldı. Sizce bu durum, Türkiye-Ermenistan normalleşme (sivil toplum ayağında) sürecini nasıl etkiliyor?

Raporda dikkat çeken bulgulardan biri de şimdiye kadar yapılan Ermenistan-Türkiye normalleşme çalışmalarında Dağlık Karabağ konusunun doğrudan hiç konuşulmamış olmasının eksikliğiydi. Konuşulsaydı, en azından sorunun daha iyi anlaşılmasına vesile olabilirdi. Gerçi bazı Türkiyeli görüşmeciler Karabağ sorununun artık masadan kalktığını, dolayısıyla işbirliği için artık daha elverişli bir zemin olduğunu düşünüyorlar. Oysa, Azerbaycan tarafının Ermenistan ve Karabağ arasındaki tek bağlantı noktası olan Laçin Koridoru’nu yakın zamanda kapatması durumun pek de öyle olmadığını gösteriyor. Ama yine de savaşla ve Türkiye’nin doğrudan savaşa dahil olmasıyla birlikte sivil toplum ayağındaki çalışmaların da ikili değil daha bölgesel ve çok taraflı bir ölçekte kurgulanması ve mümkünse Azerbaycan tarafından da kişi ve kurumların bu çalışmalara dahil edilmesi gerektiğini söylemek mümkün. Bunun ne kadar gerçekçi olduğu ancak denenerek ve zamanla anlaşılacak. Ama bizim gözlemimiz bu konuda artık bir eşik aşıldığı yönünde. Bölgede tansiyon ne kadar yükselirse yükselsin, sivil toplum diyaloğu çalışmalarına devam etmenin bir yolunu bulacaktır. Bu yönde her iki tarafta da çok güçlü bir irade mevcut. Fakat bunun yeni kaynaklarla, daha güvenlikli işbirliği alanları ve iletişim platformları tesis etmekle, daha fazla kişinin bu çalışmalara dahil edilmesiyle desteklenmesi gerekiyor.

Türkiye-Ermenistan arasında özellikle son bir yıldır süren resmî ilişkileri normalleştirme teşebbüslerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yıllarca diyaloğun ‘yükünü’ taşıyan sivil toplumun bu sürece dahil edilmemesi nasıl sonuçlar doğuruyor?

Bölgede yaşayan insanlar artık bir değişim bekliyor ve bunu daha yüksek sesle dile getiriyorlar. Ermenistan’da şimdi muhalif olan eski rejim unsurlarının sesi önceki kadar çıkmıyor. Zaten onlar epey marjinal kalmış bir kesimdi, yoksa savaştan hemen sonra Paşinyan yeniden seçilemezdi. Ama Türkiye’nin Azerbaycan’ın maksimalist taleplerinin arkasında durmaya devam etmesi sadece eski rejimden değil ilerici kesimden de Paşiyan hükümetine karşı eleştiriler gelmesine sebep oluyor. Eğer seçimlerden sonra Türkiye’de sivil ve siyasal alanda daha özgürlükçü bir ortam oluşursa bu tarz çabalar ivme kazanacak ve hükümeti bu konuda daha makul bir tavır takınmaya teşvik edecektir.

Normalleşme teşebbüslerinden kastettiğiniz şey eğer temsilcilerin yürüttüğü müzakereler ise bunun da siyasi iradeyle şekillendiğini söyleyebiliriz. Şimdiye kadar bu görüşmelerin daha çok teknik düzeyde ilerlediği ve 30 yılda edinilen sivil toplum tecrübesinden istifade edilmediği anlaşılıyor. Görüştüğümüz kişilerden hükümetle zaman zaman temaslarının olduğunu söyleyen Türkiyeli biri, iki ülke arasında güven arttırıcı önlemler geliştirilmesi gerektiğinden bahsetmişti. O masada sivil toplum tecrübesine dolaylı yollardan bile olsa yer verilmesi galiba en kıymetli güven artırıcı önlemlerden biri olacak ve tarafların samimiyetini ortaya koyacaktır.

Konuya dair başka ortak çalışmalar bekleyelim mi? Varsa biraz bunlardan bahseder misiniz?

Aslında yapılacak çok şey var. Ama özellikle iki konu var ilgimizi çeken. Birincisi bu meseleye kavramsal bir perspektiften bakmak ve bu konuda geniş olarak kullanılan jargonu incelemek. Neden hep ve sadece ‘normalleşme’ terimi tercih ediliyor? Bu nasıl oluyor da barış inşası süreçlerinin bir parçası olarak doğrudan telaffuz edilmiyor? Barış sözcüğünü kullanmaktan neden imtina ediliyor? Bu konuya biraz yakından bakmak istiyoruz. İkincisi ise Laçin Koridoru’nun Azerbaycan tarafından kapatılmasından sonra Karabağ’da yaşayan insanlar temel gıda maddeleri dahil olmak üzere birtakım ihtiyaçlarından mahrum bırakıldılar. Bu bize bölgedeki gıda üretim ve dağıtım ağları üzerine düşünmemiz gerektiğini hatırlattı. Bu konuda saha çalışması yaparak bir envanter oluşturmak ve belki de üreticiler arasında bilgi paylaşımı ve işbirliğine vesile olmak çok faydalı olabilir.



Yazar Hakkında