Adından da belli, bu nüfus değişimi bir anlaşma sonucuydu. Her iki ulus-devlet de, bu acımasız devlet türünün doğası gereği, “öteki”den kurtulmak için karşılıklı olarak etno-dinsel temizlik yapmışlardı. Yani bu utanç ortak idi. Yaklaşık bir ay sonra, 16 Mart 1964 olayının 59. Yıldönümünü idrak edeceğiz. Bu olay, anlaşma sonucu veya karşılıklı filan değildi. Düpedüz, devletimizin İstanbullu Rumlara uyguladığı tek taraflı bir etno-dinsel temizlik idi.
Dört gün önce (30 Ocak Pazartesi), 1923 Lozan Konferansında imzalanan 18 senetten ikinci en önemli belge olan zorunlu nüfus mübadelesinin 100. yıldönümüydü. Resmî adıyla, “Yunan ve Türk Nüfuslarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol”.
Adından da belli, bu nüfus değişimi bir anlaşma sonucuydu. Her iki ulus-devlet de, bu acımasız devlet türünün doğası gereği, “öteki”den kurtulmak için karşılıklı olarak etno-dinsel temizlik yapmışlardı. Yani bu utanç ortak idi. Tabii, bir savaşın hemen ardından yapıldığı düşünüldüğünde, günahı hafifletmek mümkün.
Günümüzden yaklaşık bir ay sonra, 16 Mart 1964 olayının 59. Yıldönümünü idrak edeceğiz. Bizdeki literatürde “Sürgün” diye anılan bu olay, anlaşma sonucu veya karşılıklı filan değildi. Düpedüz, devletimizin İstanbullu Rumlara uyguladığı tek taraflı bir etno-dinsel temizlik idi.
İki olayı da olgusal olarak kısaca görelim, sonra devam ederiz.
***
Mübadeleyi kim istedi? Ulus-devlet oldukları için, her iki taraf da istedi. İkisi de kendi ülkesinde “öteki” istemiyordu, ama önce Venizelos dile getirdi (Curzon’a söyletti) çünkü ülkesinde yer sıkıntısı büyüktü ve gidecek Müslüman Türklerin arazileri genişti.
Yer sıkıntısı: “Küçük Asya Felaketi” sonunda (1922) Anadolu’dan 1 milyona yakın Rum kaçıp Yunanistan’a sığınmıştı. O sırada bu ülkenin nüfusu yaklaşık 5,5 milyon olduğuna göre, bugünkü Türkiye’ye bir-iki ay içinde 17 milyonluk bi mülteci akını gibi düşünebiliriz.
Ki, kaçanların bir kısmı hiç Yunanca bilmiyordu ve Yunanistan’ı rüyalarında bile görmemişlerdi. Ayrıca, arada sınıf farkı vardı çünkü gönderilenlerin sosyo-kültürel ortalaması Yunanistan ortalamasının çok üstündeydi. (Hele, Türkçeden başka dil bilmeyen Karamanlıların gönderilmesi tam bir insanlık katliamıdır)
Türkiye’ye gelince (kolaylık olsun diye Türkiye diyorum çünkü Türkiye altı ay sonra 24 Temmuz 1923’te barış antlaşmasıyla kurulacak), Lozan’a gönderilen TBMM Heyeti’ne verilen 14 maddelik kısa talimatın 9. maddesi “Azınlıklar: Esas mübadeledir” demekteydi. Nitekim İsmet Paşa mübadelenin zorunlu olmasını ve ülkesindeki tüm Rumları kapsamasını, ayrıca, Batı Trakya Müslümanlarının mübadele dışı tutulmasını isteyecektir.
***
Sözleşme Md. 1 gönderilecekleri (mübadil) tanımlamaktaydı: Türkiye’den Yunanistan’a Rum Ortodokslar (189.916 kişi). Yunanistan’dan Türkiye’ye ise Müslümanlar (355.635 kişi) (“Türk” değil “Müslüman”, çünkü Orta Doğu ve Balkanlar’da toplumsal kimliğin temel unsuru ırk/soy veya dil değil, din veya mezheptir; hele de o tarihte). Bunlar, “göçmen”leri oluşturdular ve zamanla iyi-kötü uyum sağladılar akraba devletlerine.
Sözleşme Md. 2 kalacakları (etabli) tanımlamaktaydı: Türkiye’de İstanbul Rumları, Yunanistan’da Batı Trakya Müslümanları. Her ikisi de yaklaşık 130.000’er kadardı.
Altı ay sonra yapılacak Barış Antlaşması Md. 37 ila 45’le azınlık haklarına kavuşturulacak olan bu insanlar “ulusal azınlık” oluşturdular ve bu ulus-devletlerin çok cefasını çektiler, çekiyorlar. Bugün İstanbul’da 2.000 kadar Rum kaldı. Çok yüksek doğum oranına rağmen B. Trakya’da nüfus artmadı.
İlaveten, önce Yunanistan’a verilmesi kararlaştırılmış iken güvenlik gerekçesiyle Türkiye’ye bırakılan Boğazönü adaları İmroz ve Bozcaada’daki yaklaşık 9.000 Rum’a da Lozan Md. 14’le, antlaşmadaki azınlık hakları ve ayrıca “özel bir yönetim örgütü” ve onun emrinde “yerli halktan seçilmiş bir polis kuvveti” tanındı. Yani, açıkçası, yerel özerklik.
Ama daha 1927’den başlayarak Rumca tedrisatın yasaklanması ve istimlakler (yarı-açık cezaevi, askerî havaalanı, devlet üretim çiftliği…), ardından balıkçılığın da yasaklanması ve İstanbul’a gidip gelmek için izin mecburiyeti gibi durumlar sonucu Rumlar bitirildi. Tabii, bu iki adanın D. Karadenizliler göçürülerek kolonize edildiğini de unutmamak lazım. 2008’de burada çoğu iyice yaşlı 275 Rum kalmıştı. Çok özetle böyle; ayrıntı için benim 2007 tarihli makaleme bakabilirsiniz.
Şimdi gelelim 16 Mart 1964’e.
***
Kıbrıs Cumhuriyeti 16.08.1960’da resmen kurulduktan sonra adadaki Rum ve Türk toplumları bir türlü huzur bulamadı. Özellikle 1963’ten itibaren çıkan çatışmaları anlatmak uzun iş; bizim TDP-I s. 720-734’te Melek Fırat’ın kaleminden okuyabilirsiniz. Benim burada söyleyeceğim şeyin özü ve özeti şu:
Bu çatışmalar Türkiye ve Yunanistan’daki azınlıkları, özellikle de İstanbul’dakileri canından bezdirdi. Zaten Kıbrıs meselesi bu konuda her zaman tam bir tetikçi, karşılıklı azınlıkların başında tam bir bela olmuştur.
“Sürgün” dediğimize göre oraya atlayalım artık. Başbakan İsmet İnönü ABD ve uluslararası kamuoyu nezdinde yürüttüğü ılımlı girişimlerden sonuç alamayıp, Makarios’a ve faşist EOKA’lı Albay Grivas’a ve ayrıca Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu’ya laf anlatamayınca, kendi İstanbul Rum azınlığına döndü. Şöyle ki:
Lozan Konferansındaki 18 senetten çok önemli biri de 30 Ekim 1930 İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması idi. İstanbul’da Türk vatandaşlığına geçmemiş 12.724 Rum yaşamaktaydı o tarihte. M. Kemal-Venizelos dostluğu ortamında yapılmış bu antlaşma Yunanistan’da işsizliğe, Türkiye’de de kalifiye eleman sıkıntısına çözüm getirmiş, yani bugünkü AB serbest dolaşımını daha o günden gerçekleştirmişti.
İsmet İnönü yönetimi Yunanistan’ı sıkıştırmak için, bu antlaşmayı 16 Mart 1964’de tek taraflı olarak feshetti. Aslında Md. 36’ya göre bu feshin altı ay sonra yürürlüğe girmesi gerekiyordu ama Md. 16’daki istisna maddesi kullanılarak uygulama derhal başlatıldı. Uzatmayalım, Bizans’tan beri kentte yaşamakta olan bu 7.603 Yunan vatandaşı İstanbullu Rum derhal sınırdışı edildi. Yanlarına sadece 20 kiloluk bir bavul ve 20 (yirmi) dolar almalarına izin verilerek. Yani apartopar sürüldü bu insanlar. Aile bağları nedeniyle toplam 12.000 İstanbullu Rum, (bazı kaynaklara göre 30.000 Rum) Yunanistan’a gitmek zorunda kaldı.
Tabii, özellikle 1967’deki Albaylar Cuntası B. Trakya azınlığına bu gelişmelerin faturasını yansıtmakta gecikmeyecek, her Kıbrıs bunalımında Türk köyleri askerî ablukaya alınacak, “Lozan Dengesi” bundan sonra dikiş tutmayacaktır.
Bitmedi. İnönü hükümeti 02.11.1964’te yani Sürgün’den yaklaşık sekiz ay sonra gizli bir kararname çıkartarak sürdüğü Rumların Türkiye’deki taşınmazları üzerindeki “her türlü temliki tasarrufları” durdurdu. Yani bunların alım-satımını, hibe ve bağışını yasakladı, gelirlerini bloke etti.
O güne kadar uğradıkları ayrımcılıkları sineye çekip yine de gelecek umudu besleyen, 1942 Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül 1955 pogromu gibi daha nice durumdan sonra bile bellerini doğrultmaya çalışan İstanbullu Rumlar için bu 1964 yolun sonu oldu. Artık kalamadılar. Türkiye’de kendileri için artık hayat hakkı kalmadığını anlamışlardı. Kalanlar, yukarıda da söyledim, 2.000 kadar İstanbul hastası Rum oldu.
Bu vahim uygulama ancak Şubat 1988’de T. Özal dönemindeki “Davos Ruhu” sonucu durdurulacaktır. Bugün Tepebaşı’nda “kentsel dönüşüm”e tabi tutulmakta olan o asil ve harap binalar bu İstanbullu Rumların yadigarıdır.
***
Eğer tekrarı hoş görürüm diyorsanız:
30 Ocak 1923, savaşın hemen ardından ve karşılıklı bir etno-dinsel temizlik idi. 16 Mart 1964 ise savaş filan yokken tek taraflı bir etno-dinsel temizlik.
Alabildiğine dirayetli bir devlet adamı olan İsmet İnönü bunu nasıl yaptı, bilemiyorum. Belki, Türkiye’nin Kıbrıs’a askerî müdahalesini önlemek için 5 Haziran 1964’te yollanmış Johnson Mektubu’nun şokundan olabilir, belki de Cumhuriyet’in Dersim’i ve Dersimlileri ortadan kaldırmaya giriştiği ortamda söylediklerinden tam kurtulamadığından:
“Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” (Milliyet, 31 Ağustos 1930)