Bugünlerde doğum günü kutlamaları yediden yetmişe herkes için sıradan oldu ama eskiden sadece çocukların doğum günü kutlanır, yetişkinler için bunun sözü bile edilmezdi. Ermenilerin ise kutlama konusunda bir ayrıcalığı vardı. Her azizin özel gününde onun adını taşıyan yetişkinlerin ‘isim günü’ kutlanırdı. Bizim ailede aziz ismi taşıyan dedem Agop’tu ve Aralık ortalarında bir cumartesine düşen Surp Agop (Aziz Agop) günü her yıl büyük bir tantanayla karşılanırdı evimizde.
Surp Agop Ermenilerin en önemli azizlerinden biri olduğu için eskiden onun adını taşıyanlar çoktu ve onların isim gününde evden eve tebriklere gidilir, cemaat içinde yoğun bir hareketlilik olurdu. Sabahleyin de İstanbul’daki bütün Ermeni kiliselerinde aziz onuruna ayin yapılırdı. Günümüzde durum değişik. Şehrimizdeki Ermeni sayısı azaldı, Agop ismi artık pek az kullanılıyor, bütün kiliselerde ayin yapacak sayıda da din adamı yok ama ufak çapta bile olsa Surp Agop kutlama geleneği hâlâ devam ediyor.
Iago ve Agop
Yabancı okulda okumaya başladığımda bildiğim aziz isimlerinin batıdaki karşılıklarını öğrenmeyi eğlenceli bulurdum. Örneğin, bizdeki Agop değişik şekillerde çıkardı karşıma: Jacob, James, Jacques, Iago gibi. Otuzlu yaşlarımda ilk kez İspanya’daki ünlü hac merkezi Santiago de Compostela’yı ziyaret ettiğimde de haliyle İspanyolların Iago’sunun benim bildiğim Surp Agop’la aynı kişi olduğunu varsayıyordum. Oysa onun İsa’nın havarilerinden biri, benimkinin ise Nusaybinli bir din adamı olduğunu o zaman öğrendim. Nedense sevinmiştim çünkü dedemle aynı ismi taşıyan azizin Anadolulu olması onu daha yakın ve sıcak hale getirmişti benim için. Surp Agop’un hikâyesini de ancak o zaman araştırıp öğrendim.
Nusaybin doğumlu
Surp Agop soylu bir ailenin oğlu olarak Hıristiyanlığın yeni yayılmaya başladığı üçüncü yüzyılın sonlarında kervanların önemli bir transit noktası olan Nusaybin’de doğar. Bazı kaynaklar Süryani, diğerleri Ermeni olduğunu söyler. Kökenini kesin olarak kanıtlamak olanaksız ise de hem Ortodoks hem de Katoliklerce tanınan bu azizin Ermeni kilisesinde Surp Agop, Süryani kilisesinde ise Mor Yakup olarak önemli bir konumu vardır.
Kesin olan bilgi onun köklü bir eğitimden geçtiği, sonra da genç yaşta dünyadan elini eteğini çekerek yıllarca vahşi doğada mağaralarda tek başına yaşayıp hayatını ibadete adadığı, bitkiler ve meyvelerle beslenip hayvan postundan giysiler giydiği, ısınmak için ateş bile yakmadığıdır. Zaman içinde gerçekleştirdiği mucizelerden dolayı ünü geniş bir coğrafyaya yayılır. Yeni bir Nusaybin episkoposu seçme vakti geldiğinde herkesin arzusu bu görevi onun devralmasıdır. Neticede genç ruhani medeniyete geri döner ve tahminen 308 yılında göreve başlar. Episkoposluğu zamanında dünyanın en eski yüksek okullarından biri olan Nusaybin akademisini kurar ve şehrin ilk kilisesini inşa ettirir. 320 yılında tamamlanan bu kilise Mezopotamya’nın en eski kiliselerinden biridir, bugün kısmen ayaktadır ve dört yıl evvel UNESCO’nun dünya mirası geçici listesine alınmıştır. 325 yılında yapılan ilk İznik konseyine katılanların arasında da imzası vardır Surp Agop’un.
Nuh’un gemisi
Nuh’un gemisinin kalıntılarının Ağrı Dağı’nın tepesinde bulunabileceğini ilk ileri süren Surp Agop’dur. Tufana inanmayanlara aksini ispat etmek üzere uzun süre dağı karış karış gezen aziz rivayete göre bir gün bitkin bir şekilde yerde kıvrılmış uyurken bir melek gelip gemi kalıntısını nerede bulabileceğini söylemiş ve aranan kanıt böylece bulunmuş. Bu kalıntı günümüzde Erivan yakınlarındaki Eçmiadzin’de, dünya Apostolik Ermenilerinin ana kilisesinde sergilenmektedir.
Aziz dördüncü yüzyılın ortalarında ölür ve yaptırmış olduğu kiliseye gömülür. Nusaybin 363 yılında Persler tarafından fethedildiğinde Surp Agop’un mezarı açılır ve kemikleri şehirden göç edenler tarafından ilk önce Urfa’ya sonra İstanbul’a getirilir, zaman içinde de dünyanın dört bir yanındaki Ermeni kiliselerine dağıtılır. Günümüzde Amerika ve Kanada dahil muhtelif ülkelerdeki kiliselerde Surp Agop’un olduğu rivayet edilen kemik parçaları muhafaza edilmektedir.
Azizin adını taşıyan dedem Agop’a gelince, o ismini taşıdığı azizden çok farklı biri, dünyevi keyiflerin insanıydı. Eğlenceyi, yemeyi içmeyi, şarkılar söylemeyi seven şen bir adamdı ve evimizde onun isim günleri tam gönlüne göre kutlanırdı. Aynı evde yaşardık, ben onun sonsuz şımarttığı ilk torunu, gözünün bebeğiydim.
Dedemin hikâyesi
Dedem, Gelibolulu hâkim ve Abdülhamit’in Hazine-i Hassa Vekili Kaspar Efendi ile İsguhi Çınaryan’ın oğlu olarak 1886’da doğmuş. İyi eğitim almış, genç yaşta ticaret hayatına atılmış. Tekirdağlı Agopoviç ailesinin güzeller güzeli kızı Mannig’le evlenmiş. Evliliklerinin ilk yıllarında Gelibolu’da, 1915’den sonra İstanbul’da yaşamışlar ailecek. Rahat bir hayatları olmuş, varlıklıymışlar. Anlatılanlara göre evlerinde dillere destan, yüzlerce misafirin ağırlandığı Surp Agop davetleri verilirmiş zamanında. O davetlerden tek bildiğim ana yemeğin hep anneannemin ünlü bıldırcınlı pilavı olması. Benim aklımın ermeğe başladığı yıllarda ise ailem artık orta halliydi, anneannem ölmüştü, ama Surp Agop kutlamaları o kadar kalabalık olmasa bile hâlâ benim çocuk gözüme göre görkemli şekilde yapılırdı. Yemek konusuna gelince, insanlar değişik saatlerde gelip gittikleri için açık büfe şeklindeydi ve büfenin her yıl vazgeçilmezi dedemin çok sevdiği ıspanaklı börekti.
Bu kutlamaların en önemli özelliği davetle olmamasıydı. Hazırlıklar kaç kişinin geleceği bilinmeden yapılır, ismin sahibine saygı göstermek isteyen herhangi bir kişi o gün kapıyı çalıp tebrike gelebilirdi. Bu da sosyal açıdan son derece farklı kişilerin beraber oturup vakit geçirdiği ilginç bir ortam yaratırdı. Örneğin bizdeki kutlamalarda Ermeni toplumunun üst düzeyinden sayılan bazı kişiler, piyanist annemin sanatkâr arkadaşları, gazeteci babamın yazar çizer dostları, dedemle babamın iş yerlerinde çalışanlar, evin yardımcısının aile fertleri hepsi tebrike gelip eşit izzet ikram görürlerdi. Emekçiler kalantor hanımlarla beylerden çekindikleri için kapıya yakın iskemlelerin ucuna eğreti bir şekilde tünemeye çalışırlardı. Bizimkiler onları rahat ettirmek için özel çaba gösterir, daha rahat yerlere oturturken bazı hanımlarla beylerin bu kaynaşmadan hoşnut kalmadıkları yüz ifadelerinden belli olurdu.
‘Hent’ Bercuhi
Çocukluğumun Surp Agop’larının müdavimlerinden bazılarını hiç unutmadım, bunların başında da Hent (Deli) Bercuhi gelir. Her isim gününde muhakkak dedemin elini öpmeye gelirdi. Annemden biraz büyüktü ve hayatını şapkacılık yaparak kazanırdı. Deli olarak tanımlanma nedeninin zamanın geleneksel kadın normlarına uymaması ve aklına geleni rahatça söylemesinden dolayı olduğunu ancak çok sonradan anladım.
Dedem varlıklı günlerinde uzak akrabası Bercuhi’nin ailesi sıkıntıdayken onlara yardım etmiş, o da bunu hiç unutmamış, hep müteşekkirdi dedeme. Benim hayran olduğum omuzlarına dökülen lüle lüle platin sarısına boyanmış saçları vardı. Kıpkırmızı ruj sürer, rengârenk açık saçık giyinir, bol takıp takıştırırdı. On parmağında on Beyoğlu taşlı yüzükle gezerdi. Hafifmeşrep olduğu, genç adamlarla düşüp kalktığı konuşulurdu ama ben etraftayken insanlar kaş göz işareti yapıp birbirlerini susturdukları için o konunun ayrıntılarını bilmezdim, ama bir kez “Kimsenin kocasına yan bakmaz!” diyerek annemin onu koruduğunu duymuştum. Bercuhi güler yüzlü, şen şakraktı. Kapıdan içeri girer girmez “Agop Enişteciiiiim!” diye bir çığlık atar, koşarak gidip ilk önce elini sonra iki yanağını şapur şupur öperdi. Herkese yapıldığı gibi o da buyur edilir, hemen ikram tabağı verilirdi eline. Ailede lakabı ‘hent’di ama hepimiz severdik Bercuhi’yi, hele ben geldiğinde bayram eder, gider dizinin dibinde otururdum. Bir keresinde kapıyı çaldığında ben açmış ve sevinçle içeriye “Dedeeee, Hent Bercuhi Tantig geldi!” diye seslenmiştim. Bunu duyan Bercuhi alınacağına bir kahkaha atmış ve “Bak böyle ileri geri konuşursan sana da deli derler ileride bilmiş olasın ha!” demişti bana.
Bercuhi hiç çekingenlik yapmaz, boş bir koltuk bulunca gider en güzel yere kurulurdu. Bunu gören birkaç kendini soylu addeden kişinin ağzı hafif büzülmeye başlardı. Cin gibiydi Bercuhi, hemen durumu fark eder, kendince dalgasını geçerdi o ağız büzenlerle. Örneğin her hareketi ölçülü biçili kibirli Sırpuhi Hanım vardı. Kocası bankerdi ve yardım işlerine bol bağış yaptığı için her ortamda kabul görürlerdi karı koca. Bir keresinde Sırpuhi Hanım tuvalete gitmek için koltuğundan kalkınca Bercuhi gitti onun yerine kuruluverdi. Sırpuhi dönüp orası benim yerimdi diye ikaz edince de “Hayrola, koltuklar numaralı mı?” diye sorup hiç istifini bozmadı, kadın da naçar gidip başka yere oturdu.
Bercuhi arada bana takılır, “Kız nedir bu seni rahibe gibi giydiriyorlar lâcivert elbise siyah pabuç, yok mu şöyle bir kırmızı kurdelen getir de saçına bağlayayım” der, bazen de tuttururdu illa ki “bunun kulaklarını deldirin küpesiz kız mı olur” diye. Ortaokul yıllarımda bir gün geldiğinde, “Çok ders çalışıyor bu kız olmaz ki, baksanıza kitap okuya okuya yüzü kâğıt rengi olmuş biraz dışarı çıksın iki oğlan görsün yüzüne renk gelsin,” deyince ben kendimi savunmak için “Yok Bercuhi Tantig, ben oğlanlara bakıyorum,” deyivermiştim. Bu lafıma misafirlerin bir kısmı kahkahalarla gülerken diğerleri yüzlerini karartarak kaşlarını çatmışlardı.
‘Mıymıy Jirayr’
Benim için o kutlamalara gelen en eğlenceli tip Hent Bercuhi ise en sıkıcı olanı da ‘Mıymıy Jirayr’dı. Jirayr yakışıklı sayılabilecek eli yüzü düzgün adamdı ama boynu bükük gezerdi, hep mutsuzdu. Karısı onu bırakıp başkasına kaçmıştı ve yıllar geçtiği halde Jirayr etrafındakileri esir alır eski karısını anlatır dururdu. Diğer ziyaretçiler onun yanına oturmamak için akla karayı seçerlerdi. Evliyken onu seviyor mu diye karısını nasıl denediğini anlatarak söze başlardı Jirayr: Sabah işe giderken kravatını özellikle çarpıtır, bakalım düzeltecek mi diye beklermiş. Akşam yorganı üstünden atar, uyanık beklermiş kadın bir ara yorganı üstüne örtecek mi diye. Hep ters giden, devamlı değiştirdiği işleri de diğer favori konusuydu. Bir ara toptan peynir alıp perakende satıyor, biz de o kazansın diye berbat peynirler yiyorduk. Allahtan o iş uzun sürmedi ama o günden sonra masamızda tatsız tuzsuz bir şey olduğunda hemen birbirimize “Yoksa Mıymıy Jirayr şimdi de bunu mu satıyor?” diye sorardık.
Surp Agop’dan aklımda kalan aile geleneklerimizden en hoşuma giden misafirlerin dedemin şerefine birkaç kez kadeh kaldırıp hep bir ağızdan “Hip hip hip hurra!” diye bağırmalarıydı. Bir iki de şarkı söylenirdi o kutlamalarda muhakkak. Bunlar, oradaki çoğu kişinin bildiği neşeli Ermenice şarkılardı. Artık hiçbirinin ne melodisini ne de kelimelerini adamakıllı hatırlıyorum ama bir tanesinde birkaç kez kahkaha atar gibi “Ha ha ha!” denildiği hâlâ kulaklarımda çünkü o kısma ben de heyecanla avaz avaz katılır, o sırada da ‘Hent Bercuhi’nin tempo tutan ellerinde parıldayan yüzükleri seyrederdim hayranlıkla. Unutamadığım başlıca anım ise günün odağı olan dedemin bana her gözü takıldığında sevgiyle parlayan gözleri ve “Gel bakalım Sosicik, hadi gel kucağıma,” diyen sesi...