BETÜL BAKIRCI
Bir Türk kadın tabibin savaşın tam ortasında cereyan eden hikâyesi, Zabel Yesayan’ın kaleminden çıkarak okurlarıyla buluştu. Çanakkale Savaşı’nda Gelibolu’da bir hastanede hemşire olan Meliha Nuri Hanım’ın yaşadığı ruhsal kriz bir yandan savaşın yarattığı sıkıntıyı, umutsuzluğu dile getirirken öte yandan, sahip olduğu aşkın çatışması ile bizleri çok katmanlı bir okumaya davet ediyor. Bunun dışında neredeyse görmezden gelinen, Meliha Nuri Hanım’ın gerilimli hikâyesi içinde eriyen ‘tehcir’ de hikâyenin diğer bir katmanını oluşturuyor.
Felaketin sınırları
1927’de Paris’te ‘Yerevan’ gazetesinde tefrika edilen ve 1928’de yine Paris’te Daron Matbaası tarafından kitap olarak basılan ‘novella’, Mehmet Fatih Uslu tarafından Ermenice’den Türkçe’ye çevrilerek 2015 yılında Aras Yayıncılık’tan çıktı ve ikinci baskısını da 2016 yılında yaptı. ‘Meliha Nuri Hanım’ farklı pozisyonlardan örtük bir felaket anlatısını okumaya da imkân vermektedir. Kitapla ilgili derinlikli bir tartışmaya geçmeden önce Mehmet Fatih Uslu’nun ‘Meliha Nuri Hanım’a dair şu sözlerini paylaşmak isterim: “Meliha Nuri Hanım’ın içinden geçtiği ruhsal çatışma ve karmaşa, tecrübe edilen büyük tarihsel olayların varlığının hissedilmesiyle yeniden ve farklı anlamlar kazanmakta, başka bir düzeyden okunmaya ve yorumlanmaya açık hale gelmektedir. Öyle ki, bir aşk üçgeninin olduğunu düşünmek hiç de kolay değildir” (68-69). Böylelikle ‘Meliha Nuri Hanım’ sınırları belirsiz, derin ve sessiz bir metin olarak okuyucusunu felaketin sınırlarında dolaştırmaktadır.
Nasıl bir kadın?
Meliha Nuri Hanım azametli bir güzel olarak karşımıza çıkıyor kitapta. Feminen tarafını anlatı boyunca bastırılıyor, şirinliği ve latifliği ile değil, ‘azametli’ görünüşü ile standartlaşmış kadın algısı aşılmaya çalışılıyor.
Her ne kadar azametini ön plana çıkarmaya çalışsa da Meliha Nuri Hanım’ın benliğinin ta derininde yatan düşünce sahipsiz, yersiz ve yurtsuz oluşudur. Böyle bir eksikliğin, yani yersizlik ve yurtsuzluğun benliğinde yarattığı çatışma, onun birlikte olmak istediği erkeğe ulaşamayışı olabilir. Aralarındaki sınıfsal farklılıklar nedeniyle kendini Remzi isimli tabipten uzaklaştırmış ve kendisine daha uygun olduğunu düşündüğü Celaleddin’in teklifini kabul etmiştir. Fakat bu tercih Meliha Nri Hanım’ı çok daha büyük bir çıkmaza sokmuştur: “Kendi başımıza biz neyiz ki? Kadınları ya arzularlar ya da bırakıp giderler… Ve iki halde de kadınlar meçhul köleler! Başımızda bir adam olmayınca, sahipsiz bir köpek gibi bir çare ve şaşkın ve ona buna sürtünüyoruz ki eninde sonunda bir sahip bulalım” (s.43) sorgusu, daha doğrusu cinsiyetler arasındaki böylesi bir bağ, metnin daha ilk sayfalarında çizilen azameti ve kudreti yıkmıyor mu? Evet, Meliha Nuri Hanım bir kriz içerisindedir. Kafası karışmış, çelişkili ve gergindir. İlginçtir ki, ilerledikçe çözülme beklentisi içerisinde olduğumuz bu krizler, olduğu gibi okuyucuya bırakılmıştır. Meliha Nuri Hanım, içselleştirdiği dünyasını aşamamış, olumsuz duygularını ortadan kaldıramamıştır. Çünkü bu dünyanın sınırları öyle keskindir ki sorularımızın hiçbirisine cevap bulamadan örtbas edilmiştir. Öte yandan kahramanın kendisinin de sorularına yanıt bulma ya da sorgulamaya kalkma gibi bir niyeti de yoktur.
Susturulmuş tabip
Yüzeyindeki aşk üçgeni bir yana, Ermeni tabibin hikâyeye dahil olması ile metnin odak noktası değişmektedir. Aynı hastanede savaşta yaralanan askerlere bakmakla görevli olan Ermeni tabibi Meliha Nuri Hanım görmezden gelir. Sadece Meliha Nuri Hanım değil mettnin bütününde Ermeni tabibin sesi duyulmaz. Ailesinin tehcir edildiğini bildiğimiz bu tabip biliçli olarak mı susturulmuştur? Meliha Nuri Hanım’ın gerek Ermeni tabibe gerekse tehcire karşı aşılması mümkün olmayan düşünceleri nasıl yorumlanır?
Öncelikle şu noktalara işaret etmek gerekmektedir: Soylu ve zengin bir aileden gelen, eril dünyanın kadınıdır Meliha Nuri Hanım. Yalnızca Ermeni tabiple olan ilişkisi bağlamında değil Remzi ile aralarındaki nefret ve öfke karışımı ilişkinin de temellerinin kaynağı aynıdır. Remzi’nin Meliha Nuri Hanım’ın ailesi yanında büyümüş bir evlatlık olduğunu öğrendikten sonra, Meliha Nuri Hanım’ın zihnini besleyen düşünceleri fark etmemek mümkün değildir. Aslında o, kendisi ile Remzi’nin eşit konuma gelmelerinden ziyade Remzi’ye karşı beslediği aşkı dahi kaldıramaz. Remzi’ye doğru giden bir tür debelenme hâli, Meliha Nuri Hanım’ı daha aksi, karmaşık ve daha anlaşılmaz yapar. Remzi içinde benzer durum söz konusudur. Remzi’nin de içerisine girmeye, onu dinlemeye çalıştığımızda sınıfsal farklılığın yarattığı şok ve nefret hâlini görürüz. Toplumsal alana sızmış olan bu hiyerarşinin karşısında her iki kahramanın da bir itirazı yoktur.
Remzi’nin ötekiliği
Burada Remzi ile Ermeni tabip arasında bir ortaklık kurmamızı sağlayan tarafın Meliha Nuri Hanım olmasını göz ardı etmemek gerekir. Tıpkı Ermeni tabip gibi Remzi de hâkim düzenin ‘ötekisi’dir, dışarıda kalanıdır. Başka bir ifadeyle, metindeki hem sınıfa hem de etnisiteye dayalı ‘ötekilik’ aşikârdır. Bu ötekilik Remzi ve Ermeni tabibin birbirine yaklaşmasına olanak sağlarken Meliha Nuri Hanım’ı her birinden ayrı ayrı uzaklaştırmaktadır. Oysa kadın olmak, Remzi olmak ya da Ermeni bir tabip olmak; her biri toplum tarafından ötekileştirilenlerken Meliha Nuri Hanım’ın aldığı bu pozisyon anlaşılmıyor. Metin boyunca soru sormayı elden bırakmıyor okuyucu. Belki de Zabel Yesayan biz okuyucuları böyle bir hikâyeyi okumaya davet ederek 1915’i yeniden düşündürtüyor; savaşı, tehciri, bireysel kavgaları… Çünkü ‘Meliha Nuri Hanım’ bireysel bir hikâye içerisinde bütünselliği yakalıyor. Etnisiteye ve kimliğe dayalı farkındalığı harekete geçiriyor.
Hagop Oşagan ve Zabel Yesayan
Kitabın çevirmeni Mehmet Fatih Uslu’nun aşağıda bir bölümünü alıntıladığımız ‘Çanakkale’de Bir Hekim ve Meliha Nuri Hanım’ başlıklı yazısının ilk hali şerh dergisinin 2015 yılında çıkan ilk sayısında yayımlandı. Alıntıladığımız bölüm, ‘Meliha Nuri Hanım'ın 2015’te yayımlanan ilk Türkçe baskısında yer alıyor.
Ermenice edebiyat için 1915 elbette bir milattı. Yaşanan yıkımla beraber edebiyatın “normal günlerde” yapılma biçimine zemin sağlayan her şey tarumar olmuştu. Aslında o güne kadar, Osmanlı Ermeni edebiyatı pek çok benzerini andıran bir modernleşme tecrübesi yaşamış, dönemin Avrupa edebiyatını etki altında tutan ve belirleyen akımlar ile tavırlardan etkilenmiş, bunları örnekleyen çok sayıda ürün vermişti. Bu gelişim çizgisinin uğradığı duraklara ve içerdiği meselelere baktığımızda, “yan sokak”ta gelişmekte olan Türkçe edebiyatla oldukça yakın bir çizgiye sahip olduğunu söylemek de mümkündü. Lakin 1915’te yaşanan Felaket, Ermenice edebiyatın akışını tamir edilemez bir şekilde sekteye uğrattı. Onlarca yazar ve şairin öldürüldüğü, kalanların yurtsuzluğa ve bitmeyecek bir sürgüne mahkûm olduğu bu keskin kırılmadan sonra Ermenice edebiyatın, doğal gelişim çizgisini devam ettirmesi mümkün değildi.
Bütün acının ve şaşkınlığın ortasında, edebi alan her şeyden önce çift yönlü bir temsil krizi ile maluldü. Bir yandan Büyük Felaket, o güne kadar yapılmış edebiyatın içeriğini değersiz kılıyordu. (Felaket’in varlığı bu kadar kuvvetle ortadayken Felaket’ten başka şeylerin edebiyatını yapmak nasıl kabul edilebilirdi?) Öte yandan Felaket’i anlatmak, hele edebiyatın olağan araçlarıyla anlatmak, sırrına hiç de kolay vâkıf olunacak bir iş gibi görünmüyordu. (Daha önce tecrübe edilmiş hiçbir şeye benzemeyen bu tecrübe hangi araçlarla ve nasıl “hakiki” temsile imkân verecek bir dile kavuşabilirdi?) Söz konusu kriz, edebiyatın alanını öyle derinden kuşatmıştı ki, 1915 sonrası Ermenice edebiyatı, bir temsil krizinin ortasında Felaket’e karşı verilen trajik tepkilerin bir toplamı olarak okumak mümkündür.
Bu temsil krizinin içinde değerlendirebileceğimiz meselelerden biri de “Türkleri anlatmak”tı. İlginçtir ki, Osmanlı Ermeni edebiyatının en dikkat çekici yönlerinden biri, 1915 öncesinde yazılan metinlerde Türklerin/Müslümanların çok az temsil edilmiş olmasıydı. İstanbul’u ya da Anadolu coğrafyasını anlatan metinlerin pek çoğu, Ermeni dünyası, Osmanlı’nın çok etnisiteli ve dinli yapısını yansıtmayan kapalı bir yaşam alanı gibi resmediyordu. Bunu, sorunsallaştırılması gereken bir mesele olarak gören ilk kişi, Bursa doğumlu velut yazar Hagop Oşagan oldu. Oşagan, Ermenice edebiyatta bir yandan 1915’ten önce Türklerin neden temsil edilmediği sorusu üzerine kafa yoracak, bir yandan da bu temsilin gerçek bir tanıklığı mümkün kılabilmek için bir gereklilik olduğunu düşünecekti. Yazar, 1920’lerde ve 1930’larda kaleme aldığı romanlarda, 1880 ve 1915 arasında vuku bulmuş olayları anlatmış ve bu romanların büyük bir bölümünü “Türk’ü temsil etmeye” hasretmişti (Artakalanlar’ın (Mnatsortats) bir tam altbölümü ve Yüz Bir Yıl (Haryur Meg Darvan) adlı üçlemesinin Hacı Abdullah ve Süleyman Efendi adlı iki cildi).
Zabel Yesayan’ın, 1925’te Paris’te kaleme aldığı, 1927’de aynı şehirde yayımlanan Erivan gazetesinde tefrika edilen ve 1928 yılında yine Paris’te kitap olarak yayımlanan novellası ‘Meliha Nuri Hanım’ Oşagan’ın çabasına koşut olarak okunabilecek bir eserdir. Metin, Çanakkale Savaşı sırasında Gelibolu hastanesinde hemşirelik yapmakta olan seçkin Türk kadını Meliha Nuri Hanım’ın günlüğü gibi okunabilir. I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı anlatılarının Türkçe edebiyat için kurucu değeri ve yaygınlığı hatırlanırsa, Zabel Yesayan’ın oldukça şaşırtıcı bir denemede bulunduğu söylenebilir. Doğduğu topraklara 1920’den sonra bir daha dönemeyecek olan yazar, ‘Meliha Nuri Hanım’ ile, Türkçe içinde oluşmuş/oluşacak Milli edebiyat kanonuna dışarıdan da olsa meydan okumakta; belki de Halide Edip’in ‘Ateşten Gömlek’ini tersten yazmaktadır.
Meliha Nuri Hanım
Zabel Yesayan
Çeviri:
Mehmet Fatih Uslu
Aras Yayıncılık
77 sayfa.