Hanriet Topuzyan Başoğlu Yukarı Fırat havzasındaki kadim Ermeni yerleşim bölgelerine gerçekleştirdiği gezinin kendisinde bıraktığı izlenimleri ve bölgenin tarihine dair notları geniş bir makale haline getirdi. Bu makalenin ilk bölümünü yayınlıyoruz.
HANRİET TOPUZYAN BAŞOĞLU
Ermeni tarihinin en eski yerleşim yerlerinden biri olan Yukarı Fırat havzası pagan (Hetonasagan) dönemden itibaren yüksek öneme sahip oldu. Özellikle Kemah-Erzincan-Tercan hattı pagan dönemin önemli merkezleri haline gelmiş, burada Anahit, Aramazt, Mihr, Nane adına tapınaklar yapılmıştır. Günümüzde Anahit kültü halen bu bölgede önemini farklı şekillerde korunuyor.
M.Ö. 331 tarihinde Ermeni prensler bağımsızlıklarını ilan eder ve Medz Hayk (Büyük Ermenistan) Fırat’ın doğusunda, Pokr Hayk (Küçük Ermenistan) ise Fırat’ın kuzey bölgelerinde kurulur. Ermeni tarihi kaynaklarına göre 1021 yılında Vaspuragan bölgesine hakim olan Kral Senekerim Artzruni topraklarını Bizans İmparatoru II. Basileos’a bırakmak zorunda kalınca, kendi topraklarına karşılık Sivas ve Kapadokya bölgesini alır. Böylece Vaspuragan bölgesinden buralara zorunlu göçler başlar. Bölgeye 14000 kişilik ordu ve aileler yerleşir. Ortaçağ’dan itibaren ticaret ve kültür alanında büyük önem kazanan bölge, 12. yüzyılın sonlarında Selçuklu idaresine girmiş, sonra Timur’un gazabına uğramış, Yavuz Selim’in Çaldıran zaferinden sonra Osmanlı hakimiyetine girmiştir. 1915 soykırımından sonra bölge kültürel olarak tamamen el değiştirip, yeni ev sahiplerine mesken olmuştur.
Başlangıç noktası Sivas
Yukarı Fırat gezime Sivas’tan başladım. Merkezdeki Selçuklu eserlerini gezerken, mimariye hayran kalmamak elde değil. Özellikle Divriği Ulu Cami’nin kapıları. Selçuklu mimarisi Ermeni mimarisinden etkilenmiş ve kendi eserlerinde Ermeni taş ustalarının yeteneklerinden faydalanmıştır. 1915 öncesinde 20.000’e yakın Ermeni nüfusun merkezde, 80.000’e yakın nüfusun ise çevre ilçe ve köylerde yaşadığı biliniyor. Bölgede Surp Sarkis, Surp Minas, Surp Pırgiç, Surp Kevork, Karasun Manuk ve Surp Astvatzatzin kiliseleri, ayrıca ilk Hristiyan şehitlerinden Surp Vlas’a ait bir de şapel bulunmaktaydı. Surp Vlas’ın mezarı Müslümanlar tarafından da kutsal sayılıp evliya olarak ziyaret edilirdi. Sivas’ın merkezinde ayrıca iki Ermeni Protestan, bir Ermeni Katolik kiliseleri bulunuyordu. Bir hastane, bir tiyatro, 13 okul faaliyet gösterirken, iki yerel gazete de yayın yapmaktaydı. 1915 sonrası geri dönebilen bir avuç halk ise artık okullarında okuyamaz, ibadetlerini doğru dürüst yapamaz hale gelmişti. Çünkü kilise ve okul binaları askeri garnizona dönüştürülmüştür. 1952 yılında da en görkemli Surp Astvatzatzin kilisesi hükümet kararıyla dinamitlenerek yok edilmiştir. Bugün bu sayılanlardan sadece birkaç duvar parçası, varlıklarını korumaya çalışan birkaç aileden başka bir şey kalmamış durumda.
(Sivas Surp Kevork kilisesi)
Eğin’e doğru eşsiz manzaralar
Divriği’den, Kemaliye’ye (Eğin) doğru yola koyulduk. Munzur ve Keşiş dağları arasında bulunan Erzincan’a, Fırat’ın kıyısında çok sayıda tünel, keskin uçurumlar ve virajların olduğu Taş Yol ve Karanlık Kanyon’dan geçerek varmaya çalıştık. İnsanın adrenalin seviyesinin yükselmemesi imkansız. Bölgenin dik ve yüksek dağları sanki gotik bir kilisenin içinde bulunduğunuz hissini veriyor. 8 km. uzunluğundaki Taş Yol, dünyanın sayılı en tehlikeli yolları arasında; yapımı 132 yıl sürmüş. Sarp kayalıklar arasında gürül gürül akan Fırat, kayalıklardan akan irili ufaklı şelaleler, mağaralar, kayaların üstünden bizleri selamlayan yabani keçiler, şahinler derken eşsiz bir doğaya tanıklık ediyoruz. Yolun bitiminde Fırat’ın üstünden geçen demirden Şırzı köprüsü var. Halk arasında bu köprünün adı “Nefret Köprüsü”. Ancak bu isim bende Barbaros Baykara’nın aynı isimle yazdığı milliyetçi romanı değil, 1890-1901 yılları arasında Hamidiye alaylarının katliamlarını, sonrasında 1915’te bu köprünün üzerinde uygulanan vahşeti hatırlatıyor. Eski Şırzı köprüsünün ahşaptan ve mimari bir estetiğe sahip olduğunu dönemin ressamlarının çizimlerinden anlamaktayız. Şu an bu orijinal köprü maalesef Fırat’ın suları altında kalmış, hemen üstünde soğuk, demirden yapılmış yeni Şırzı Köprüsü yer alıyor. Bu köprüyü görünce anlıyorsunuz ki beş dakika sonra Eğin’desiniz.
(Eğin'de Ermeni evleri)
Ve Eğin. Ya da Agn
Eğin’e girerken birden Karekin Vartabet Sırvantsdyantz’ın 1879’da bölgeye geldiğinde kaleme aldığı cümleleri hatırlıyorum:
“Ey ünlü şehir, seni ziyarete gelenlere bunca eziyet vereceğin aklıma gelir miydi! Taşlardan, otlardan, korkulardan, kan ter içinde bırakan yokuşlardan sonra birden Tzorak’ın tepesinden Eğin’i görüyorsun. Güzel binaları ve ağaçlarıyla sanki bir cennet. Vadinin dibine kadar inmek, Fırat Krallığını selamlamak, sonra bir köprüden geçmek gerekiyor. İşte o zaman cennet gibi gördüğün şehrin ne kadar zor ve içinden çıkılmaz taşlık bir yer olduğunu anlıyorsun. İnsan duvara veya sura tırmanırken nasıl zorluk çekerse, biz de öyle zorluk çekiyoruz. Bir tesellimiz varsa o da taştan merdivenler, şarıldayan, gürül gürül akan sular, sokaktaki duvarlardan fışkıran ve etrafı güzelleştiren ağaçların yeşil yaprakları….”
Eğin ismi Ermenice Agn’dan geliyor. Yani su, kaynak, çeşme anlamında. Her köşesinden sular fışkıran bu bölge adını fazlasıyla hak ediyor. Zaman içinde adı Eğin’e dönüşen bu bölgeye, 1922 yılında “Kemaliye” ismi verilmiş. Ancak geçmişteki yerleşim adlarını ortadan kaldırarak Türkçeleştiren zihniyet, Eğin adının kaynağının öz Türkçe olduğunu, “Ağ Yurt” kelimesinden geldiğini, bu kelimenin de Göktürk Türkçesinde “Cennet gibi güzel bahçe” anlamına geldiğini öne sürmüş. Eğin adının kaynağının ne olduğunu artık sizlerin tercihine bırakıyorum.
Eski Eğinliler Vaspuragan bölgesi Ani şehrinden geldiklerini kabul ederler. Osmanlı döneminde iki yüz yıl boyunca saraya Amira’lar (saraya yakın Ermeni aristokrat burjuvalar ) gönderen bu küçük taşra kasabası, bununla da kalmayıp sayısız edebiyatçı, siyasetçi, müzisyen ve zanaatkar da yetiştirmiştir. Celali isyanlarında bu bölgenin halkı İzmit, Adapazarı, İzmir, Bursa, Tekirdağ gibi şehirlere göç etmiş. 18. yüzyıldan itibaren dünyanın pek çok bölgesine buradan ithalat ve ihracat yapılmaktaydı. Ermeni aileler ithalat-ihracat ve üretim ağını düzenlemek amacıyla, aile fertlerinden bazılarını başka şehirlere gönderiyor, gençler ise yüksek öğrenim için İstanbul ve yurt dışına gidiyordu. Yüzyıllardır İpek yolu Eğin ve Ençiti (Topkapı) üzerinden geçerek Erzincan’a ulaşmaktaydı. Ençiti (Topkapı) köyünde 1915 öncesinde bir Altın Borsası olduğu bilinmektedir. Yurt dışına ve büyük şehirlere gidenlerin geri dönmemesi üzerine I. Abdülhamit’in 1779’da çıkarttığı “ev göçü” kanunu ile İstanbul’a ve batıya göçler yasaklanmıştı. 1896 tarihindeki Hamidiye alaylarının Eğin’e yaptığı zulüm ve Müslümanlaştırma operasyonları ise, Eğin’den göçlere neden olmuştur.
Bir ticaret merkezi
Bu bölgede tarım arazisi az. Ancak meyve ağaçları çok çeşitli ve bol. Dut üretimi yanında ipekçiliği getirmiş, halıcılık, dokuma, sarraflık da büyük önem taşımış. Eğinli Ermeni tüccarlar bu ürünleri İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İran gibi pek çok ülkeye pazarlıyorlardı. Eğinlilerin en rahat dönemleri 1750-1850 yılları arasında. Bu dönemde padişahın ve sadrazamların bankerleri, darphane müdürleri, saray kuyumcuları Eğin’den çıkıyordu. 20. yüzyılın başında Eğin’de 300’e yakın tüccar bulunmaktaydı. Bu zenginlikleri sayesinde 1895 Hamidiye saldırılarından büyük paralar ödeyerek kurtulan Eğinliler, sadece bir yıl rahat nefes alabilmiş. Ertesi yıl 3.000’den fazla insanın ölümüne engel olamamışlardı. 1914 kilise kayıtlarına göre Eğin’de 16.741 Ermeni, 25 kilise, 3 manastır, 1300 öğrencinin okuduğu 20 okul bulunmaktaydı.
Anahit’in bereketi
Bugün ise Eğinlilerin övündüğü 18 çeşit dut ağacı var. Ancak ondan ipek üretecek tüccar yok. Hayvancılık bitmiş (ya da bitirilmiş), dokunacak iplik yok, dokunacak halı yok. Eğin’e 40 km uzaklıkta altın madeni var. Altın var ancak altını işleyecek zanaatkar yok. Kısaca Ermeni yok, zenginlik yok. Ermeni’den kalan sadece güzel evler var. Evlerin güzelliği ve mimarisi görmeye değer. Eğin yamaç üzerine kurulmuş bir yer. Her yerinden sular ve bereket fışkırıyor. Evlerin kapı tokmakları birer sanat eseri. Haç şeklinde pek çok kapı tokmağının yanında Türk Şaman geleneğinin sembolleri de var. Evlerin tabanında kullanılan Gavcin denilen yer taşları bu binalara ayrı bir güzellik katıyor. Ki bu kelimenin de Ermeniceden geldiği apaçık. Bazı evlerin üzerinde bereketi temsil eden meme şeklinde çıkıntılar bulunmakta. Bu meme aslında Anahit’in bereketi simgeleyen memesinden başka bir şey değil. Eğin’in deprem bölgesi olmasından dolayı, bu binaları yaparken her şeyi düşünüp, ölçüp yapmışlar ve binaların günümüze kadar gelmesini sağlamışlar. Evlerin üzerleri dikine kullanılmış ahşaplarla kaplanmış, bunun da sebebi kar ve yağmurun binaya zarar vermemesi. Günümüzde bu güzel evlerin üstü çirkin sac levhalarla kaplanmış. Restoratörler ise bunun bilinçsizce yapılmış, ancak iyi bir koruma yöntemi olduğunu söylüyorlar. Bu sac levhalar sayesinde binalar zarar görmekten kurtulmuş.
Ermeniler’den kalan tek kilise
Eğin merkezde Ermenilerden ayakta kalan tek eser Ocak köyünün girişindeki kilise. 1915’te terk edilen kilise önce halı şirketine, sonra cezaevine dönüştürülmüş. 1990 yılında çürümeye terk edilen bina günümüzde üç bölüme ayrılmış. Halı atölyesi, müze ve kafe. Kahvemi yudumlarken içim acıyor ancak diğer yıkıntıları görünce en azından ayakta kaldığına şükretmek zorunda kalıyorum.
Abuçeh köyü ya da bugünün ismiyle Abçaha’da, 1914 kayıtlarında 1920 Ermeni (320 hane), Surp Nişan ve Surp Kevork kiliseleri, 3 okul varmış. 1847 Salnamelerinde köyün dışında Surp Toros-Sahag ve Hagop adında üç yıkık kilisenin ziyaret yerleri kayda geçmiş. Şepikyan’ın kayıtlarında Surp Toros şapelinin mezarlığın içinde olduğu kaydedilmiş. Köyün tepesinde kahve içtiğimiz yerin alt kısmının eskiden Ermeni mezarlığı olduğu söylendi. Mezarlığın kenarında dikkatli bakınca iki adet büyük blok taşın olduğunu görüyoruz. Biraz yürüyünce “Orada bir köy var uzakta”nın yazarı Ahmet Kutsi Tecer’in evinin önüne geliyoruz. Bu ev şu an bir müze konumunda. Asıl bu evin yanında bulunan boş arsa çok dikkat çekiyor. Arsanın içinde ve kenarında tarihi merdivenler, kırık kırık sütun parçaları var. Biraz araştırınca buranın eski bir Ermeni kilisesi olduğunu öğreniyorum. Arsanın kenarlarına bakınca üstünde haçlar olan taşları görebiliyoruz. Kiliseden kalan taşların bir kısmı hemen arkada bulunan bir ahırın önüne yığılmış duruyor. Dikkatli bakınca düzgün kesilmiş taşların üzerinde süslemeleri görüyoruz.
(Eğin evlerinden kapı tokmağı)
Hay Horomlar
Eğin’in çevre köylerini dolaştığımızda bugün hiç kalmayan ama bir dönem Araf’ta kalmış Hay Horomlar’ın kiliseleri ile karşılaşıyoruz. Kimdi bu Hay Horomlar? Yunanca kaynaklarda Hay Horomlar, Ermenice konuşan, Ermenice yazan, Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağlı, kilise ayinlerini iki büyük dua hariç Ermenice ve Türkçe yapan, duaların makamlarını ise Rum kilise adetlerine göre icra eden, lisan olarak Ermeni ve Türk, kalp olarak Rum bir cemaat olarak tanımlanıyor. Kökenleri hakkında değişik görüşler mevcut. Bunlardan ilki Yunanlı tarihçi Ksenephon’un “On Binlerin Dönüşü-Anabasis” kitabında yer alıyor. Eser Büyük İskender’in Asya seferi sırasında güvenlik nedeniyle Yunanlı askerlerini Doğu Anadolu’da bıraktığını, bu askerlerin bölgedeki Ermeni kadınlarla evlenip asimile olup, Yunan dilini unuttukları görüşündedir. İkinci bir görüş ise Bizans döneminde Kalkedon kararlarını kabul etmeyen Ermeni ve Süryani cemaatlerine yapılan baskılara dayanamayan bir grup Ermeni’nin Helenleştiği yönündedir. Kaynaklarda Doğu Anadolu bölgesinde altı köyde yaşadıkları belirtilir. Bunlardan dördü Eğin çevresindeki Vank (Yakaköy), Tzorak(Karabulut), Musega (Kocaçimen) ve Şirzu’dur (Esentepe). Mamsa (Alakuş) Çemişkezek’e, Hogus’un ise Kemah’a bağlıdır. Hatta Birinci Dünya Savaşı’nda Rusların Erzurum ve Erzincan’a ilerlemesini coşku ile karşılayan Hogus köyündeki Hay Horomlar’ın, savaş sonunda Rusların geri çekilmesi ile Rusya’ya göç ettikleri, 1924 Mübadelesinde de Yunanistan’a gönderilen 70 ailenin Eğriboz’un kuzeyinde Kastaniotisa’ya yerleşip orada “Yeni Eğin” i kurduklarını, 50 ailenin de Selanik yakınlarındaki Diavata’ya gittiklerini biliyoruz. Sonuç olarak Cumhuriyet kurulduğunda bu cemaatten bir kişi bile kalmamıştır.
Defineciler paramparça etmiş
Şırzı (Esentepe) köyü Hay Horomların yoğun yaşadığı bir köymüş. Köyde yıkık dökük binalar zamana direnmeye çalışıyor. Dışından oldukça iyi görünen Surp Hovhan Vosgeperan Hay Horom Kilisesi duruyor. Küçük avlusundan kilisenin içine girdiğimizde ise her tarafın defineciler tarafından param parça yapıldığını görüyoruz. Ne duvarlarda, ne de tavan ve tabanda bir şey kalmış. Duvar dibinde Ermenice yazılı bir kitabe buluyoruz. Kaynaklardan üzerindeki “Surp Hovannu Vosgeperan Kilisesi, Göklerdeki Tanrı’nın izniyle, Eğin’in Vank köyünden rahmetli Isdefan Amira’nın oğlu Anasdas tarafından, rahmetli ebeveynlerinin anısına yenilendi. Amira ve karısının toprağı ve eseri daim olsun, Amin. Sene 1243 miladi 1831 Mart ayında tamamlandı” yazısını okuyoruz. Buna benzer bazı kitabeleri Vank köyünün çeşmesinde ve Eğin müzesinde görmekteyiz. Kilisenin dış duvarlarında irili ufaklı Haçlar halen yerinde duruyor. Dönüşte elime bölgenin yerel gazetesi “Hasret” geçiyor. Ve gazetenin bir köşesindeki haber dikkatimi çekiyor. “Kilise restore edilerek inanç turizmine açılıyor.” Haberin detaylarına baktığımızda yukarıda bahsettiğimiz Hay Horom köyü olan Şırzı’daki Surp Hovhan Vosgeperan kilisesinin belediye tarafından restore edileceği yazılmış. Daha fazla talan edilerek yıkılmasına engel olmak güzel bir haber. Umarım restorasyon uzman kişiler tarafından yapılır.
104 yıl sonra dedemin köyündeyim
Eğin’den yaklaşık 50 dakika uzaklıkta olan Küçük Armıdan yani bugünkü adı ile Armutlu köyüne doğru ilerliyoruz. Armıdan bugün İliç ilçesinin bir köyü. Eğin’deki sarp dağ manzarasından sonra Fırat’ın kıyısından ilerleyerek, harika ovalardan, vadilerden ilerleyerek Küçük Armıdan’a varıyoruz. Yol üzerindeki küçük köyler İsviçre Alp köylerini anımsatsa da, içerik olarak maalesef çok uzak. Armıdan denince ilk önce aklıma hiç göremediğim dedem, sonra yazar Hagop Mıntzuri’nin “Armıdan” adlı kitabı geliyor.
Küçük Armıdan köyünde 580 kişi yani 75 Ermeni ailesinin yaşadığı, Meryem Ana adındaki 1 kilise ve Mesropyan adında 1 okulun olduğu kaynaklarda belirtilir.
Dedem Küçük Armıdanlı 1902 doğumlu Kapriel Goganyan. Köyün Semercisi Toros’un oğlu. Bugün 87 yaşında olan anneme anlattığına göre, evleri köyün en büyük taş evlerinden biri imiş. Evlerinin önünden “Bağçur” denilen buz gibi bir kaynak su akarmış. 1915 öncesi bir dönem İstanbul’a gelip Samatya’da yaşamışlar. Ancak dedemin babası Toros Efendi, Armıdan’ın havası, suyu ve köyün güzelliğinden sonra büyük şehirde yaşayamayacağına karar verip köyüne geri dönmüş.
1915’ten sonra yaşananalar
Dedem 104 yıl önce köyünde 13 yaşındayken tüm ailesinin katledilmesine şahitlik etmiş. Kardeşlerinden Mikael’in arkasından “Apar beni de götür” deyişini ölene kadar unutamamış. Dedem haftalarca bir arkadaşı ile beraber aç susuz, mağaralarda saklana saklana Arapgir’e varmış. Arapgir’de bir köyün imamı dedemi evinde saklar. Ve Kamil ismini takar. Hatta bir Kur’an-ı Kerim’in üstüne Kamil yazıp, aramalarda güvende olması için hep yanında taşımasını ister. Ayrıca Kur’an okumasını da öğretir. Bir yılı aşkın imamın evinde kalıp ona yardım eden dedeme, imamın kızları zaman içinde ilgi ile bakmaya başlarlar, imam dedeme kızlarından biri ile evlenmesini teklif eder. Dedem teklifi kabul etmeyince daha fazla aynı evde yaşamalarının doğru olmadığını söyler. Bunun üzerine imam köyde, iki çocuğuyla dul kalmış bir Ermeni hanımın yanında kalmasını ve onlara yardım edip destek olmasını ister. Bu kadının eşi seferberlik adı altında askere alınmış ve bir daha geri dönmemiştir. İki çocuklu bu dul hanım ve dedem birbirlerine yaklaşık 3 yıl destek olurlar. Dedemin küçük yaşında bu beraberlikten Arapgir’de bir oğlu doğar. Dedem İstanbul’a gelmeyi kafasına koymuş ve bu isteğini beraber olduğu hanıma defalarca söylemiştir. Kadıncağız da bu isteği anlayışla karşılamıştır. Yolların güvenli olduğunu duyduğu gün oğlu henüz birkaç günlükken dedem İstanbul’a gider. Nedendir bilinmez ne oğlu Kevork’u merak eder, ne de Arapgir’e bir haber yollar. İstanbul’da yeni bir hayat kurar ve Takuhi adında bir kızla evlenir. Evlendiğinde yarım ağız aslında bir oğlu olduğunu söyler. Ancak eşi inanmaz ve kulak ardı eder. Çünkü o kadar küçük yaşta bir erkeğin çocuğu olabileceğini düşünmez. Kapriel ve Takuhi’nin evliliğinden 3 erkek ve 1 kız çocuk doğar. Seneler geçip de Kevork’un askerlik yaşı geldiğinde, görev yeri İstanbul çıkar. Kevork arayıp sorar ve babasının adresini öğrenir. Evin kapısını yayam Takuhi açar, karşısında kocası Kapriel’in birebir genç halini görünce şoka girer. Ancak birden toparlayan yayam, dedemin söylediklerini hatırlar ve oğluna “ Mikael koş kahveye git ve babana haber ver, oğlu geldi” der. Tüm bu sahnelere şahit olan annem, kendi annesinin ağzından çıkan ikinci cümleyi hiç unutmaz. “Geç içeri oğlum, burası da senin evin”. Su sonunda çatlağını, yolunu bulmuştu. 1915’in acıları bazen böylesi güzellik ve mutlulukların geç de olsa yaşanmasına izin veriyordu.
Bu mutluluklardan biri de dedemin öldüğünü zannettiği kız kardeşi Vartuhi’yi İstanbul’da seneler sonra bulmasıdır. Ancak her şey yoluna girdi derken “Varlık Vergisi” devreye girer, tırnakları ile kazıyarak elde ettiği hayatını bir günde elinden alırlar. Yayam Takuhi, eşinin Aşkale’ye gitmemesi ve onu kaybetmemek için tüm varlığını vermeye hazırdır. Boyundan büyük vergi miktarını ödemek için elindeki gayrımenkulleri hiç pahasına satar.
Armıdan terkedilmiş gibi
Onu en çok yıkan ise vergi ödendikten birkaç gün sonra genel affın çıkmasıdır. Tüm bu zorluklar içinde 5 çocuğunu ve ailesini geçindirmeye çalışan dedemin kalbi daha fazla dayanamadığından 58 yaşında erkenden göçüp gider bu hayattan.
İşte ben 104 sene sonra, yine bir Nisan ayında hiç görmediğim, tanıyamadığım dedemin köyü Küçük Armıdan’dayım. Köyün manzarası anlatıldığı gibi gerçekten çok güzel. Uzaktan taş evleri görünce heyecanlanıyorum. Anlatılanlar doğru. Ama köye girdiğimizde maalesef acı manzara bizi karşılıyor. Ne meyve ağaçları, ne bağlar, ne de gürül gürül akan sular, ne ayakta kalabilmiş bir ev, kilise, okul var. Köy resmen terkedilmiş. Taş binaların büyük bir kısmının sadece duvarları kalmış, virane biçiminde. Annemin anlattığı büyükçe taş evleri ararken, hangi evin altından “bağçur” akıyor diye bakıyorum. Ama nafile.
Halbuki anılarda ve “Armıdan” kitabında yazan, köyün suyunun bolluğu idi. Köyün içinde dolaşırken yaşlıca bir bey gelip bizi sordu. Ben de dedemin köyüne 104 sene sonra geldiğimi ve evini aradığımı söyleyince, adamcağızın dudaklarında acı bir gülümseme belirdi. 60 senedir bu köyde yaşadığını, köyde iki yaşlı kişi dışında kimsenin kalmadığını söyledi. Köyde Ermenilerden kalan papazın evi dedikleri yıkık taş bir bina halen zamana direnmeye çalışıyordu. Rahibe evi dedikleri bir bina daha vardı, çatısı kalmamış duvarları ile ayakta kalmaya çalışıyordu. Buranın Mesropyan okulu olabileceğini düşünüyorum. Binanın camları da okul binası izlenimi veriyor. Köyün kilisesinin ise yıkıldığını ancak dikkatle baktığımız zaman alt bölümün durduğunu ve caminin kilisenin temelleri üzerine yapıldığını anlatıyor köyün sakini. Hagop Mıntzuri’nin evini soruyorum. Köy sakini Mıntzuri’yi yazar olarak çok iyi tanıyor ancak evinin artık maalesef kalmadığını viraneye dönüştüğünü söylüyor. “Peki akan sulara ne oldu?” diye sorunca, “Bu köyde bildim bileli su akmaz” cevabı alıyorum. Daha sonra araştırınca köyler terk edildiğinde, ağaçların köklerinin zaman içinde su kanallarını tıkadığını, suların bu yüzden kuruduğu veya yolunu değiştirdiğini öğreniyorum. İşte bu köyde de aynı cümleler dökülüyor ağzımdan, köyde Ermeni yok, ağaç yok, ekin yok, su yok, üretim yok, yok yok yok…. Farklı duygu girdapları içinde kalıyorum. Acı, hüzün, mutluluk, kızgınlık, özlem, ayrılık hepsi bir arada. Boğazımda bir yumrukla, gözümde birkaç damla yaş, içimden ağlaya ağlaya köyden ayrılıyorum.
Karşıya baktığımızda ancak 1 km kadar uzaklıkta Büyük Armıdan köyünü görüyoruz araba ile iki dakikada ulaşıyoruz. Buranın da Küçük Armıdan’dan farkı yok, burası da büyük harabe halinde, halbuki eski kayıtlarda bu köyde 1300 Ermeni yaşıyormuş, 1 manastır, 1 kilise, 1 katedral ve 1 büyük okul varmış. Hiçbir şey kalmamış maalesef. Hatta Küçük Armıdan’dan daha kötü bir vaziyette. Çünkü taş binalar ortadan kaldırılıp, yerlerine teneke çatılı, betondan çirkin evler yapılmış, taş binaların taşları ise ahır yapımında kullanılmış.
(Haftaya: Arapkir, Harput, Munzur, Dersim, bölgede hala varlığını sürdüren Anahit kültü)(Armıdan'da camiye dönüştürülen kilise)