Fransız yazar Valérie Manteau, geçtiğimiz hafta ‘Agos’ (Le Sillon) adlı son eseri ile, Fransa’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden ‘Renaudot’ya layık görüldü. Hrant Dink’in izlerini ve aynı zamanda kendi ‘Agos’unu arayışını anlatan roman Fransız kamuoyunda yoğun ilgiyle karşılandı. Roman, bir Fransızın aşk hikâyesini konu alıyor. Kendisini bir anda aşkının peşinde İstanbul’da ve gündelik hayatın keşmekeşinin tam ortasında bulan yazar, sonrasında o gündelik hayatın büyük parçalarından biri olan Hrant Dink’in izlerini sürer. Dink’i ve Türkiye toplumunu keşfetmesi aynı zamanda kendini ve geldiği toplumu sorgulamasına ön ayak olur. Marsilya, Paris ve İstanbul’da yaşayan 33 yaşındaki genç yazarla Paris’te ödülü almasından kısa süre sonra görüştük. Kitabın serüvenini kendisinden dinledik.
NAZLI TEMİR
temirnazli@gmail.com
2015’te İstanbul’da bir süre yaşamaya karar veriyorsunuz ve tanımadığınız bu şehre yerleşip, yazmaya başlıyorsunuz. Neden İstanbul?
Fransa’da 2015’te Charlie Hebdo dergisine düzenlenen saldırıda birçok dostumu, çalışma arkadaşımı kaybettim. 22 yaşımdan itibaren aralıksız çalışmıştım; gazeteci, yazarlardan, karikatüristlerden mesleğimi öğrenmiştim. Şüphesiz onları kaybetmem, benim için çok acı ve travmatik oldu. Buralardan gitmeliydim, uzaklaşmalıydım ama nereye ? İstanbul benim için en uygun şehirdi çünkü oraya aşık olmuştum ve orada aşık olmuştum. Gider gitmez ilk yaptığım şey, Pınar Selek’in ‘Çünkü Onlar Ermeniler’ (Parce qu’ils sont Arméniens) kitabını okumak oldu. Bir dostum armağan etmişti. Okuduklarımdan çok etkilendim ve aslında ne kadar çok şey bilmediğimi fark ettim. Bunlardan biri de Hrant Dink’i hiç tanımadığımı fark etmem oldu. Bu kitap sayesinde Dink’i keşfettim, görüşlerinin ne kadar değerli olduğunu ve özellikle de 19 Ocak’tan sonra açmış olduğu barış yolunu ve bunun ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Yüzbinlerce kişinin “Hepimiz Hrant Dink’iz” diye yürümesinin, toplumun bir arada yaşayabilme arzusunun ne kadar güçlü olduğunu gördüm ve yazmak istedim.
Eski bir Charlie Hebdo çalışanı olarak, benzer bir durumu siz de yaşadınız…
Evet, çok iyi hatırlıyorum, Charlie’den sonra yüzbinlerin sokaklarda yan yana, omuz omuza yürümesini. Bu hepimize umut vermişti. “Biz her şeye rağmen birlikte yaşayabiliriz” demiştim. Toplum olduğumuzu fark etmiştim. Fakat sonrasında, göçmenlere karsı önyargı, İslamafobinin tekrar yükselmesi gibi tahammül edemeyeceğim tepkiler oluştu toplumda. Biraz da bu tepkileri görmemek, duymamak için uzaklaşmak istedim Fransa’dan. Sanıyorum, Hrant Dink anması da böyleydi. Ben orada değildim ama çevremdekilere sonrasında çok sordum, o gün nasıldı ne hissettiniz diye ; arkadaşlarımın hepsi “unutulmaz bir gündü” diye tasvir ediyor. Herkesin “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” diyerek sokaklarda o dayanışmayı göstermeleri çok önemli bir an. Örneğin, bir Türk arkadaşım bana “Hrant Dink katledildiğinde bir Türk olarak çok utandım , çok korkunç bir gündü” demişti. Yani “hepimiz Charlie’yiz” ya da “hepimiz Ermeniyiz” sloganları arasında hiçbir fark yok. Bu şu demek; “Eğer onları öldüreceksiniz, hepimizi öldürmeniz gerekir çünkü hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Charlie’yiz.”
Kitabin temellerini attığınızda İstanbul’daydınız. Kaldığınız sürece atmosfer nasıldı ?
2016 yılını İstanbul’da geçirdim ve 2017’nin ilk yarısına kadar oradaydım. Çok hassas bir dönemden geçiyordu Türkiye. Saldırılar oluyordu, tutuklanmalar, ekonomik buhran vs. ülke tam bir ‘birlikte yaşayabilme’ savaşı veriyordu. Hâlâ da sınav devam ediyor. Hrant Dink gibi bugün de pek çok barış elçisi var, toplumu ayakta tutmaya çalışan. Pek çok yazar ve düşünürle tanıştım bu süreçte ve hatta mahkemelerinde bulundum. Örneğin bunlardan biri Aslı Erdoğan’dı. Özellikle Rakel Dink’in konuşmalarından çok etkilendim; hakkında okuduklarım, onun beyanları hâlâ umut olduğunu gösteriyor. Toplumda her şeye rağmen, birlikte yaşama arzusunun çok büyük olduğunu gördüm. Artık ‘beyaz güvercinlerin öldürüldüğü yerde’ yaşamak istemiyoruz. Bunun için de sadece Türkiye’de değil her yerde mücadele devam edecek, bu dava sürecek. Benim bu mücadeledeki yerim de kitap yazmak oldu. Herkesin kendini ifade etme şekli vardır, ben yazmaktan başka bir şey bilmiyorum, öğrenmedim. Kendimi yazarak ifade etmem gerektiğini düşündüm ve öyle yaptım. Hrant Dink de öyle yapmıyor muydu? Bize kendi duygularından, özel hikâyelerinden bahsediyordu. Aslında çok önemli mesajlar veriyordu, ama bunu direkt yapmıyordu, kendi iç sesiyle yapıyordu. Bu bence pek çok siyasetçinin yaptığından çok daha kıymetli.
Kitaba gelirsek, neden ‘Agos’?
Bu kitabın adı Agos çünkü başta Hrant Dink’le ilgili tüm okuduklarımdan çok etkilendim. Agos zaten gazetenin adıydı ve çok anlamlıydı. Hrant Dink’in bilerek, isteyerek seçmiş olduğu, çok anlamlı ama unutulmuş Ermenice bir kelimeydi. Ama bunun dışında benim bu kitaba Agos dememin bir başka nedeni daha var. Fransız ulusal marşına yaptığım gönderme. “Düşmandan çıkacak kirli kanın ‘agos’lardan oluk oluk akması.” Herhalde Fransız ulusal marşının en şoven cümlelerinden biri budur. Aslında kitapta da bunun bir eleştirisi var. Tüm milliyetçiliklere bir cevap vermeye çalışıyor. Toplumların zor zamanlarda, ırkçılığın yükseldiği dönemlerde nasıl tepki verdiklerini anlamaya çalışıyor kitap. (Not: Agos, Ermenice'de sabanın tohum ekilmesi için toprakta açtığı yol anlamına geliyor)
Peki Fransız okur kitabı nasıl karşıladı?
Ben Fransızların, Türkiye’nin bir gerçekliğini göreceklerini düşünüyorum. Kendilerinden başka bir yere, kendilerine ait olmayan başka bir dünyaya bakmaları için bir fırsat olduğunu düşünüyorum Agos’un. Öte yandan ne siyasetçiyim ne de tarihçi; amacım siyasi analizler yapmak değil ama bir gerçekliğe ışık tutmak, bir takım önyargıları kırmak. Fransa maalesef, kendisinden başka bir gerçekliği bilmiyor, görmüyor. Ben de öyleydim. Örneğin okulda sadece Fransız tarihini öğreniriz, gazetelerde sadece Fransa’dan bahsedilir, biraz komşularımızı tanırız, biraz Avrupa’yı tanırız belki Amerika’yı ama örneğin Ortadoğu’yu bilmeyiz. Ben de Türkiye’ye gidene kadar hiç tanımıyordum orayı; oradaki gerçeklikten bi haberdim. Örneğin Charlie saldırılarından sonra hep Fransa’nın en büyük hedef olduğu söylendi, yazıldı çizidi. Oysa dışarı çıkıp baktığınızda aslında Fransa’nın merkezde olmadığını, dünyanın her yerinde gazetecilere saldırıldığını görüyorsunuz. Ya da ‘ya sev ya terk et’ sloganı, bu Fransa’da da var. Örneğin, Sarkozy seçimlere adayken, ‘Fransa’yı ya sev, ya terk et’ en çok kullanılan sloganlardandı. Milliyetçilik maalesef her ülkede yükselen değer, en azından zaman zaman, ama bunun karşısında da Hrant Dink gibi barış elçileri hepimize umut.
Kitabınız Fransa’nın en prestijli ödüllerinden birini aldı. Vermiş olduğunuz mesaj Fransız toplumuna ulaştı mı?
Açıkçası almış olduğum ödül beni de çok şaşırttı; hiç beklemiyordum ve ödüle aday da değildim. Romanın edebi bir eser olarak kıymetli olup olmaması bir yana, jüri üyelerinin bu ödülü verirken birtakım başka değerleri de göz önünde bulundurduklarını düşünüyorum. Avrupa çoğu zaman Türkiye’de olup bitenlere karşı duyarlı gibi gözüküyor ama hiç sesini çıkarmıyor. Pek çok gazeteci, yazar, düşünür çok zor zamanlardan geçiyor ama Avrupa’dakiler elleri kolları bağlı oturuyorlar. Sanırım bugün Avrupa’da bunun vicdan azabını yaşayan kesimler var. Kendilerini yardım eli uzatamadıkları için suçlu hissedenler. Bu ödülün de açıkçası bana bu refleksle verilmiş olabileceğini düşünüyorum. Türkiye’ye verilmiş bir jest ödülü gibi.