Pek çok nesildaşının “küçükler”den esirgemediği istihza, iğnelemeler, yerine oturtmalar, Ara Güler’e tamamen yabancı bir kıtaydı. Hayatı tutuşunda o derece kendisiyle barışık, katır-kuturluktan uzak, küpünde gram sirke biriktirmemiş, kiminle konuşsa onunla yaşıt, hatta ondan daha çocuk, iliklerine kadar bir kıyamamazlıkla, izafiyet duygusuyla dopdolu.
VİVET KANETTİ
Üç Horan Ermeni Kilisesi'ne doğru yürürken, annesinin cenazesi de buradan kalkmıştı diye geçiriyorum içimden, ve galiba Üç Horan’a ilk gidişim o gündü.
Eşinin cenazesi Teşvikiye Camii’nden kalkmıştı. O yıl, o aylar bana da kara kış, ama Ara Güler’in yasında yanında bulunmamak, bulunmaktan katbekat üzücü olurdu.
Suna Taşkıran’ı önce Mete’nin kızkardeşi olarak tanımıştık, sıcak, güzel, kocaman gülümserdi, sonra Ara Güler’le flörtünü öğrenmiştik, ikisi de genç sayılmazdı, evlendiler ve dünyanın ücra yerlerini, bu kez birlikte, hippiler gibi gezdiler. Ara Güler Suna’nın gülüşüne kapılmış olmalı. Ciddiyetten, upuzun nutuklardan çabucak içi sıkılırdı.
Nice yaz önce de, bu kez Büyükada’da, set üstündeki kahvenin terasında, yanındaki genç kadınla bizi tanıştırmıştı. Demek ki ilk eşiyle ilk flört turlarına da tanık olmuşum!
Üç Horan Kilisesi avlusunda Nazan Ölçer’e soruyorum: “Daha önce bir hanım daha vardı sanki?”
-Evet, uzun ilişkiydi ama ebeveynlerin itirazı nedeniyle evlilikle sonuçlanmamıştı.
İyiliğin o turuncu alevi
12 Eylül’e hazırlanan sıkıyönetim, sıkı kasvet dönemi, İstanbul’da, gazeteci Gül Önet’in evinde kasveti kovma seansları yapılırdı. Ara Güler’e de giderdik, seyahatlerinden taşıdığı yabancı içkilerden ikram ederdi; belleğimde bir de soba kalmış. Belki sadece Ara’nın yaydığı iyiliğin turuncu aleviydi bu.
Sonra yeni kurulan gazete Güneş’e girdim ve önerdiğim ilk büyük röportaj, ‘As Olmayan Solistler’ oldu. O hassas müzisyenleri röportaja dönüştürerek incitme ihtimali içimi kemiriyor; fotoğrafları Ara Güler çekerse işin üstesinden gelinir diye düşünüyorum (cürete bakar mısınız?). Ara Güler teklifi senyörlükle kabul ediyor, kalabalık hâlde pavyon pavyon, kulüp meyhane dolaşıyoruz birkaç hafta… Onun sihirli gözü ve eli değdiği için muhtemelen, müzisyenleri sonradan “Prenslerin Adası”na ve “Turuncu Kayık” romanıma da bindiriyorum.
Ara Güler’le görüşmeler anılarıma hep bir mutluluk duygusu hâkim. Pek çok nesildaşının “küçükler”den esirgemediği istihza, iğnelemeler, yerine oturtmalar, Ara Güler’e tamamen yabancı bir kıtaydı. Hayatı tutuşunda o derece kendisiyle barışık, katır-kuturluktan uzak, küpünde gram sirke biriktirmemiş, kiminle konuşsa onunla yaşıt, hatta ondan daha çocuk, iliklerine kadar bir kıyamamazlıkla, izafiyet duygusuyla dopdolu. Fotoğraf makinesini tutuşunda da sanki hep o mucizevi bileşim vardı… Ara Güler’in, herkesten iyi görüp kaydeden ama asla yargılamayan (fotoğrafçı olarak bir büyük sırrı da belki buydu) bakışı hayatımın nice evresine değmiş, nice başka hayata değdiği gibi!
Bir edebiyat okuru ve meraklısı
Ara Güler için ”ünlü yazar ve sanatçıların fotoğrafçısı” tanımı, hem doğru hem değil. ABD’de, Avrupa’da portrelerini çektikleri elbette ünlenmiş kişilerdi (diğerlerini nereden bilsin, esas hayatı İstanbul’da olduğuna göre…), ancak Türkiye’deki sanatçı/yazar portreciliğine farklı yaklaşmalı.
Ara Güler’in Türkiye’deki yazar ve sanatçıları portrelemeye başladığı tarih, 1950’lerin başı, hatta 40’ların sonu. Sait Faik’in bayıldığımız şapkalı, köpekli yaz fotoğrafını çektiğinde mesela, yirmi beş yaşında. Orhan Veli 1950’de vefat ettiğine göre, yaktığı sigaranın aleviyle aydınlandığı kült fotoğrafı çektiğinde, Ara Güler yirmi iki, belki yirmi birinde… Bu çok özel imgeleri bizlere armağan eden, yirmili yaşlarda bir edebiyat okuru, meraklısı, öncelikle. Ve tabii bir Beyoğlu çocuğu. Nesil farklarına rağmen, onlar hem dost hem aynı kaldırımların mühendisleri… İkinci Yeni şairlerini (ki artık yaşıtları söz konusu) portrelemeye koyulduğunda ise, doğrudan bir nesildaş dayanışmasından, edebiyatı oluşum hâlindeyken yakalamaktan söz edebiliriz.
Ressamlara gelince: 1950’ler ve epeyce ötesi, Türkiye’de kimsenin sanatıyla geçinmeyi hayal dahi edemeyeceği yıllar! Hazır tuval (kimi öğrenciler evden çarşaf taşırlar hocalarına), boya, galeri, ilgi, merak, hepsi o kadar nadirattandır ki!
Aileleri, yakın dostları dahi sanatsal faaliyetlerini ciddiye almazken, Ara Güler’in, hele akademi dışındaki sanatçıların portrelerini çekmesi, sıkça, bolca film, baskı kağıtları ayırması, sadece moral aşısı değil, bir tür mesenliktir de… İleride Life, Times gibi dergilerden gelen telifleriyle sanatçı ve yazar dostlarına diledikleri kadar arşiv fotoğrafı çekmesi gibi.
3 Horan Kilisesi avlusunda bunları paylaştığım Nazan Ölçer, İslam Eserleri Müzesi’nin başındayken (ve gene doğru düzgün bütçe yokken) dertleştiği Ara Güler’in, nasıl, müzedeki tüm halıların resmini gönüllü olarak çekmeye koyulduğunu aktarıyor!
Ara Güler’in, kendi el yazısıyla 1954 tarihi düştüğü bir fotoğrafa bakıyorum. Nuri İyem otuz dokuz, Ömer Uluç yirmi üç, fotoğrafı çeken Ara Güler yirmi altısında.
Papko’nun 2011’de Santral İstanbul’daki sergi için Ara Güler arşivinden sınırlı bir seçkiyle hazırladığı ‘Ressam Portreleri’ kitabında, portrelenenlerin doğum-ölüm yılları yer alır, ancak fotoğrafların çekildiği değişik tarihler maalesef yoktur, oysa her çekimin tarihi öyle çok şey anlatabilir ki!
‘Al işte İstanbul’
Ara Güler’de ben, “tanınmış simalar”ı, “ünlüler”i çeken bir fotoğrafçıdan çok, çağını koklamada da müstesna yeteneğe sahip bir mesen- sanatçı görmekten yanayım. Bu nedenle belki “fotoğrafçılık sanat değil” tarzındaki çıkışlarında iddialı bir alt mesaj duyduğumu sandığım da oluyor: “Bir fotoğraf çekip sanat yaptım demekle olmuyor, iyi bir fotoğraf çekebilmek için ne çok başka sanatı (bu arada sinema tutkusunu, bilgisini de vurgulamadan geçmeyelim. VK) ne çok edebiyat türünü bilmek, onlarla hemhal olmak, onları daha oluşum safhasında keşfetmek gerek!”
Çetin Altan’la 1969 yılında, biri kırk iki, diğeri kırk bir yaşındayken, sonradan kitaplaşacak “Al İşte İstanbul” dizisini hazırlarlar Akşam gazetesine. Bugün baskısı tükenmiş olan kuşe kağıtlı kitabın yayınevi tarafından yeniden basılmaması, tüm kitapçı vitrinlerini, özellikle de İstiklal Caddesi’ni bir uçtan bir uca donatmaması bizler için ne büyük talihsizlik değil mi? Olacak şey değil denen her şey oluyor bazen (ya da gene?) işte.
Çok ihtiyaç duyacağız
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, bilindiği gibi devlet, Anadolu’ya belli bir misyonla memur sanatçılarını yollamış, onlar da köylü ve işçilerle alakalı arketiplerle geri gelmişlerdi. Daha sonraki devrimci imajoloji de, Doğu Bloku’ndan ve Çin’den de esinlenen işçi, köylü, halktan insan arketipleri yaratmaya devam etti.
Ara Güler’in tüm insanlı fotoğrafları ise âdeta birer anti arketiptir. Goya’nın, aristokratları resmederken, yüz ve bedenlerindeki çirkinlikleri, karikatüre sürüklenebilecek noktalarını görüp aktarabilmesi gibi, Ara Güler, yoksul halkın içinde “topluca” değil, arketipsel değil, ama tekil asillik, yakışıklılık durumlarını, en yorgun giysiler içinde dahi herkesten ayrılan bir cakayı, yana doğru uzatılan bir bacak üstünde yaylanışı, çaycı taburesi üstünde zarifçe bacak bacak üstüne atıp filozofluk edişi görür ve bize gösterir. Her defasında bir tekilliğe, bireye (o öykü demeyi tercih eder) varan bu arketip kırıcı bakış bizleri büyüler; çünkü belki bir tedavi yöntemidir de. Genel ve spesifik acıların anısıyla (ya da bazen onların tam orta yerinde) umutsuzluğa sürüklenmek üzereyken, umudu geri getiren bir tedavi… Sanki hem bize hem kendisine.
Bu tedaviye daha çok ihtiyaç duyacağız.