Ara Güler’le dostluğum ilerleyince onun farklı yanlarını, hayata bakışını, karşısındakine hitap şeklinden kalkarak dile getirdiği eşsiz ironisini, tasvirlerini, önyargılarını ve daha birçok özelliğini keşfettim.
FAHRİ ARAL
Ara Güler’i ne zaman tanıdığımı hatırlamıyorum. Ama daha çocukluk günlerimin geçtiği Siirt’te, evimize üç gün sonra gelen gazeteler arasında haftada bir elime aldığım Hayat dergisinin sayfalarını karıştırırken, onun fotoğraflarıyla karşılaşmıştım.
60’lı yılların başında taşradan İstanbul’a gelmiş bir lise öğrencisi olarak arşınlamaya başladığım sokaklarda karşıma çıkanlar, Unkapanı’nda sebze halinin önünde Arapça konuşmak için aradığım Siirt’li hamallar, Tahtakale’nin girişinde sabahları iş bekleyen gündelikçi ameleler, Galata köprüsünün başında fok balığı Yaşar’ın zıplayışlarını seyre dalan işsizler, ağlarını onaran balıkçılar, Karaköy’den Eminönü’ne elli kuruşa yolcu taşına sandalcılar… Bütün bunlar hep o fotoğraf karelerinden çıkan insanlardı.
Sokakların anlamı değişirken
Bundan sonraki yaşamım, o insanların dünyasına girmek, onlarla birlikte olmak ve dünyalarını değiştirmek için mücadele etmekle geçti. 60’ların sonuna doğru İstanbul sokakları, benim için Ara Güler’in karelerindeki güzelliklerin ötesinde başka şeyler çağrıştırmaya başlamıştı. Artık “Rami, Taşlı, Berec, Dörtyol…” diye bağıran minibüs muavinlerinin çığırtkanlık yaptığı semtlere, fabrika önlerine, grevlere gidiyordum. Güzelliklerini korumakla beraber sokakların anlamı değişmişti benim için. Bu nedenle 1969’da Akşam’da Çetin Altan’ın yazılarını yazdığı Ara Güler’in fotoğraflarını çektiği o eşsiz “Al İşte İstanbul”, beni çok etkiledi. Bir başka İstanbul’du bu, gecekonduların, işçilerin, işsizlerin, yoksulların, acı çekenlerin İstanbul’u… Akşam’ın o kötü tipo baskısında bile Ara Güler’in fotoğrafları çok şey anlatıyor; onun objektifinden çıkan kareler; kaderleriyle kenetlendikleri kahredici dünyadaki o insanlarla, fotoğrafa bakanları ortak bir gerçeklikte birleştirebiliyordu. Her ne kadar Ara bunu, “Ne var bunda basıyorsun deklanşöre, çekiyor işte…” diye açıklıyorsa da yıllar sonra kendisini yakından tanıdığımda, bunun bu kadar basit olmadığını, o deklanşöre basış anında bile gözünde nelerin birikebildiğini, kafasından hangi düşünceleri geçirdiğini anlayabiliyordum.
‘Sizin aileden korkulur’
Tam olarak hatırlayamasam bile Ara Ağabey’le rû be rû tanışmamızın, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden sonra olduğunu sanıyorum. Tanıştıran da Yaşar Kemal’di; “Ara, bak bu senin Coşkun’un amcaoğlu…” deyince, Ara Ağabey’in “Ulen, al bir Siirtli daha…” demez mi… Sonra ona Coşkun adını benim taktığımı, çocukluğunu, küçükken ne kadar sakin ama kendinden emin bir yaratılışa sahip olduğunu anlattım. Adeta çırağının bu özelliklerine sevinen bir usta gibiydi. Hele Coşkun’a ilk fotoğraf makinesini benim aldığımı, Rus malı 9x9 Lubitel marka bu makinayla ilk fotoğraflarını çektiğini ve bunları evde kurduğu karanlık odada tab ettiğini; hatta 1971’de tutuklanıp, Ziverbey Köşkü’ndeki işkenceden bir ay sonra “ihtilattan men” kararıyla getirildiğim Selimiye Kışlası’nda, kapıda nöbet tutan erlerin fotoğraflarını çekip, evde basarak onlarla dostluk kurduğunu ve bu sayede benim alt koğuşlardaki hücrelerden birinde kaldığımı, eve, anneme sağlığımın iyi olduğunu anlattığını öğrenince, “Evladım, bu sizin aileden korkulur…” dediğini hatırlıyorum.
Ara Ağabey’in Coşkun’la olan ilişkisi bir usta-çırak ilişkisinin de ötesindeydi. Fotoğrafla, insanla, hareketle, gerçek hayatla olan bu ilişki basit bir göz ve kamera bağlantısından öte bir şeydir bana göre…
Kimi zaman birbirinden çok farklı alanlarda objektif dolaştırmalarına rağmen deklanşöre basıp, hareketi dondurduklarında yakaladıkları gerçeğin boyutları, özü, kapsadığı alanlar ne kadar uzak olsa da örtüşüyor, çektikleri karelerin anlamı birleşiyordu. Usta olan Ara Ağabey’in buna dikkat etmesi elbette ki söz konusu değil ama bir çırak olan Coşkun Aral’ın dünyanın neresinde olursa olsun bu kaygıyla davrandığını, her deklanşöre basışında “ustam ne derdi, nasıl yapardı?” diye düşündüğünü tahmin edebiliyorum. Bu tanımı zor ilişki çerçevesinde “ortak” bir gözün her ikisinin de fotografik işlevlerine yön verdiğine inanıyorum. Coşkun’un Belfast’tan Beyrut’a, Ruanda’dan Afganistan’a, Suriye’ye uzanan, savaş muhabirliğini ve farklı alanları kapsayan görsel serüveninde de bu “ortaklığı” gözlemlemek mümkündür, diyorum.
İnsanoğlunun değişmeyen kaderi
Ara Güler’le dostluğum ilerleyince onun farklı yanlarını, hayata bakışını, karşısındakine hitap şeklinden kalkarak dile getirdiği eşsiz ironisini, tasvirlerini, önyargılarını ve daha birçok özelliğini keşfettim. Hiç kuşkusuz deklanşörüne her basışında bunlar farklı biçimler alıyor, dondurduğu karelere yansıyordu. Çektiği görüntüler, manzaralar, insan yüzleri ve binlerce hareket öğesinin fotoğrafa bakan kişide yarattığı düşünce ve duygular, hiç de öyle sıradan bir “foto muhabiri”nin objektifinden yansıyan şeyler değildi. Kendisi kabul etmese de gerçek budur bence. Ben aynı şeyleri Ara Ağabey’in ‘arkadaşım’ dediği Salgado’nun fotoğraflarına defalarca daldığımda, seyrettiğimde de duyarım. İnsanoğlunun adeta değişmeyen kaderini, acılarını, gerçekle yoğrulmuş yaşamlarını…
Kuzenim Coşkun kadar olmasa bile yine de onun çok farklı yanlarını öğrendiğim nice anım da var Ara Ağabey’le. Bir sergisinin açılışı için birlikte gittiğimiz Amsterdam’da gezinirken, birden kendimizi malûm ‘Kırmızı Fenerler’ sokağında bulmamız, elinde makinasıyla dolaşırken bana “Evladım, bu karılar beni görünce niye kaçıyorlar da seni görünce vitrine yanaşıyorlar…” diye yakınmasına hala gülüyorum.
Denktaş’ın fotoğrafları
O gün akşam Tropen Museum’daki sergi açılışında yanımıza gelen genç bir diplomat, Ara Ağabey’i uzun uzun övdükten sonra kendisinin Kıbrıs’ta görev yaptığını ve Rauf Denktaş’ın da çok güzel fotoğraflar çektiğini, bu konuda ne düşündüğünü sordu. Ara, genç diplomata şöyle aşağıdan bir baktı; “Çeksin, çeksin bir şey demem ama herkes kendi işini yapsın, bak ben diplomatlık yapıyor muyum?” cevabını verdi. Genç diplomat herhalde övgü dolu bir cevap bekliyordu, devam etti. “Ama Ara Bey, ben tanık oldum, Sayın Denktaş sabahları bir yapraktaki çiy damlasını bile çok güzel çekiyor.” deyince Ara dayanamadı, “Evladım onu Rauf Bey değil, makine çekiyor bee..” diye cevabını yapıştırmaz mı…
Son yıllarda beni her gördüğünde, “Kitaplarım nerede, niye göndermiyorsun?” diye bağırır, sonra da, “Bunları niye böyle kalın basıyorsunuz, okuyamıyorum.” diye de şikayet ederdi. “Peki nasıl okuyorsun?” diye de sorduğumda, “Önce kitabı ellişer sayfaya bölerek parçalıyor, sonra da yatağa uzanıp parça parça elime alıp, öyle okuyorum, yoksa çok ağır, tutamıyorum annadın mı…” cevabını vermez mi? Birkaç yıl önce Murat’a (Belge) “senin de kitabını parçaladım haa..” demişti. Kitap da bayağı kalın olan Militarist Modernleşme’ydi.
Daha bu satırlara sığmayacak çok şey var, seni çok özleyeceğim Ara Ağabey…