Sandalyeleri koyup beklediyse, daha önce vapuru izlemiş, oraya yerleştirmiş olmalı. Peki, sandalyeler başrolü nasıl kapmışlar? Çünkü hikâye yazılıyor. Sadece bir kompozisyon ustalığı değil bu. Fazlası var.
ÜMİT KIVANÇ
Fotoğrafçılar gerçekle oynamayı sever. Çünkü âhengin düşmanları, huzur bekleyen kabirlerin önünde sırıtarak beliriveren şımarık çocuklar gibi dalıveriyordur kareye; onu istenmeyen, yerlerinden parçalara ayırıyordur; selviler ne kadar sonsuzluk çağrıştırırsa telefon telleri o kadar gündelik hayhuy yaratıyor, gözleri bozuyor, kulakları zedeliyordur. Bu yüzden fotoğrafçılar azıcık hileyi sever. Arzunun önüne dikilmiş çaresizliği aşma hırsı gözlerini bürür. Bu yüzden, o sandalyeler o açıyla öyle yanyana durmuyor olabilirler. Belki fotoğrafçı birini azıcık çekmiş, öbürünü azıcık çevirmiş olabilir. Ama büyükçe bir gemiyi -bir şilep olmalı- oraya yerleştiren, koskoca Şehir Hatları vapurunu bütün o ışıklarıyla hem fotoğrafın en büyük objesi hem de nasıl davranacağımızı bilemediğimiz için öylece takılıp kaldığımız iki basit sandalyenin esas oyununa figüran yapmayı sağlayan, zanaatkârın başkasına pek zor görünen kurnazca elçabukluğu değildir. Sandalyeleri koyup beklediyse, daha önce vapuru izlemiş, oraya yerleştirmiş olmalı. Peki, sandalyeler başrolü nasıl kapmışlar? Çünkü hikâye yazılıyor. Sadece bir kompozisyon ustalığı değil bu. Fazlası var.
Karşılıklı geçip seyredilir kıldıkları sokağın iki köşesindeki dökük evleri dikey hatlar yaptık, üstteki üçte ikiye yerleştirdik. Oradan o adamın çıkıp geleceğini nereden biliyoruz? Çünkü durduk, bekledik; gözledik. Veya görür görmez davrandık, on ikiden vurduk. İkisi de kıymetli.
Adamı oraya yerleştirince, fotoğrafçı, adını durağanlık koyabileceğimiz bir görüntüye öylesine bakanların göremeyeceği hareketi göstermiş oluyor. “Sanatçı değilim, gördüğümü çekiyorum” derken belki bunu kastediyor. “Hareket orada var, siz göremiyorsunuz” mu diyor? Belki. Lâkin gördüğünü çeken başkalarından farkı, ne kadar inkâr ederse etsin, sanat işte.
Karşımıza çıkardığı, ağzında sigarayla yürüyen herhangi biri değil. Paltosu esintiyle açılmış, şeklini büyütmüş ve kompozisyona uydurmuş herhangi biri bile değil sadece. O yuvarlak tablayı taşıyan biri. Çünkü tam da o yuvarlak tabla gerekiyor, bu fotoğrafı bu fotoğraf yapmak için. Bu yüzden, fotoğrafçının her kare için günlerce durup beklediğini düşünüyoruz ister istemez. Paltolu adamın bu fotoğrafı yapabilmek için tablayı getirmesini bekliyor!
Derinlik var orada, arkada
Dikdörtgenlerle, oranlarla, alanları bölmekle, dengelemekle tatmin olmazdı bizim fotoğrafçımız. Tenekesinde ne taşıdığını bilmediğimiz öbür adam ya da uzaktaki ufak figür, tablalı paltolu adamın gerisindeki hayata işaret ediyor. Issız kutuların arasından gelmiyor kahramanımız; evler onlar; hayat. Ufacık figür, tenekeli adam orada olmasa, yıllanmış tahtaları çinkoları tek bir yüzey olarak algılayabileceğiz. Geçerken görülen iki boyutlu yıpranmış manzara. Değil. Bir derinlik var orada, arkada. Adam oradan geliyor.
Ve denize, vapura, adama değil kareye uzanan madenî oklar. Fotoğrafçı onları alır, adamın sırtının eğimini karşılayıp vapurun yerleştirileceği bir yuva yaratmada kullanır. Adam denize bakabilir, karşıya bakabilir, sağına soluna dönebilir. Bir tek şekilde durduğunda bu akoru yaratabilir. Bir akor bu; notaları ucu oklu madenî çubuklar, azıcık kambur duran şapkalı adam ve yaklaşan Şehir Hatları vapurundan oluşan. Vapur azıcık ilerlese, azıcık geri kalsa armoni bozulacak.
Ve bir ağızdan çalınan enstrümanlar çoğalıyor, tempo artıyor: atlı arabaların arasına dalan hamal. Soldaki atı bütünüyle görseydik ne rahat ederdik!.. Belki yüklerin altında ezilen hamal daha bir rahat, her şey daha bir olması gerektiği gibi, hayat daha bir dengeli, uyumlu gözükürdü bize. Yanlış olurdu. Bu fotoğrafın çekildiği zamanda pek az fotoğrafçı kadrajı böyle kurardı. Ve tabiî o çuvalla o adamın kompozisyonu öyle bir yerinden tamamlaması gerekiyor ki, içerideki bu bütünlük başka türlü kurulamazdı, diye de düşünelim!..
Fotoğraflarına bakmak yeterli
Ara Güler’in fotoğrafları üzerine konuşmak cüret işi. Kalkıştım bir defa, eli kamera tutan, dünyaya vizörden bakan herkes affetsin. Fotoğraf öğrenmek istiyorum diyeni, hiçbir şey anlatmadan, Ara Güler’in fotoğraflarıyla başbaşa bırakabilirsiniz; eğitilecektir.
Fotoğraf çekerken hangi uzuvlarımızı kullandığımız, beylik olduğu kadar ilginç, faydalı ve işlevli bir sorudur. Göz ve ele ilaveten, bir adım sağa, iki adım geriye gitmeye yarayan bacakların, azıcık eğilmeye, kalkmaya yarayan dizlerin, ayak uçlarının, çoğu zaman objektifle, filtreyle kıyaslanmayacak kadar hayatî olduğu, öylesine gösterişsiz bir gerçektir ki, üzerine konuşulması fuzulî sayılır. Değil, ama konuşmayabiliriz; Ara Güler fotoğraflarına bakmak yeterli.
Fotoğrafçı hasletleri arasında, gözlem ve refleks kadar lafı edilmeyen, şüphesiz daha önemli ve kalıcı olan, kalıcı eserler yaratmayı sağlayan şey, sebat. Ara Güler’inkiler, sürekli, ısrarlı, kararlı, meraklı, istekli gözlemin sonucu, muhteşem bir sebatın eseri olan fotoğraflar. Hemen hepsi, fotoğrafçının oraya ilk defa gitmediğini, neyi nereye yerleştireceğini yeniden planlamaya gerek bırakmayacak kadar bildiğini ortaya koyar. Bir Ara Güler’in daha yetişmesinin çok zor oluşu, sadece fotoğrafın kolay elde edilir, kolay tüketilir sanıldığı çağa geçmiş oluşumuzdan değil. Daha çok, çevremizle ilişkimizi artık böyle kurmayışımızdan.
Güle güle Ara Güler. Fotoğraflarınla bir okul açıp bıraktın. İsteyen burada tahsil görebilir.