Söyleşi dizimizin bu haftaki konuğu, Emek Tiyatrosu’nun kurucularından Pınar Yıldırım. Yıldırım’la, ‘Sadece Diktatör’ oyununun sansürlenmesiyle gündeme gelen Emek Tiyatrosu’nun kuruluşundan, son zamanlarda tiyatrolarda yaşanan sansüre dair konuştuk.
Kadıköy Emek Tiyatrosu ne zaman, nasıl kuruldu?
2012’de... Tiyatroyu kurmamızın sebebi sansürdü. ‘Kafamdaki Çatlak Sesler’ adlı bir oyunumuz vardı, Gebze’de sansürlenmişti, temelde yazarının Nazım Hikmet olması nedeniyle. Sansüre uğradıktan sonra düşündük ki hayata, insana, evrene dair söyleyecek çok sözümüz var; eğer oyunlarımız yasaklanıyorsa, biz de kendi mekânımızı açmalıyız. Tabii, oyunlarımızın sansüre uğrayamayacağı bir alana duyduğumuz ihtiyaçtan ötürü mekân sahibi olduk.
Hasanpaşa’da çok tiyatro yok. Neden bu semti seçtiniz?
Hasanpaşa, Acıbadem Yokuşu ile Fikirtepe’nin tam arasında kalıyor. Bizim ideolojik olarak durduğumuz yer de burası. Ben oyunlarıma burjuvayı da davet ediyorum, Fikirtepe’de yaşayanları da.
Birçok tiyatronun Kadıköy’e taşınması ve Kadıköy Tiyatroları Platformu’nun varlığı sizin için ne anlam ifade ediyor?
Eskiden tiyatroların merkezi Taksim’di. Kadıköy Tiyatroları Platformu kurulmadan önce, yedi tiyatro olarak Alternatif Sahneler Birliği oluşumunda yer alıyorduk. Orada Anadolu yakasından bir tek bizim tiyatromuz vardı. O zamanlar Kadıköy denince akla Oyun Atölyesi, Haldun Taner Sahnesi, Duru Tiyatro gelirdi, başka da yoktu. Oysa şu an Kadıköy, nefes alabileceğimiz bir yere dönüştü. Ancak bütün tiyatroları buraya aktarmak doğru bir şey mi, tehlikeli bir yere mi gidiyoruz, ondan emin değilim. Kadıköy Tiyatroları Platformu içinde, Kadıköy’de faaliyet gösteren 62 tiyatro grubu var. Bakkalın karşısına bakkal açmaya kötü bir şey olarak bakarız ama tiyatronun karşısına tiyatro açmak iyidir, çünkü benim seyircim ona, onun seyircisi de bana geliyor. Bunun çoğalması hedefindeyiz. Keşke İstanbul ve sonrasında Türkiye genelinde bir platforma dönüşse... Gördüğümüz kadarıyla örgütlülük işe yarayan ve yaptırımı olan bir durum. Platform olarak yan yana durarak daha da güçleniyoruz, daha da bir şeyler yapabilir hale geliyoruz. Örneğin, tek kişi yerel yönetime gidip bir şeyler yaptırmak istediğinde sonuç hemen alamayabilirsin ancak toplu karara alıp, tiyatrolar olarak aldığın bir karar güçlü bir hale geliyor. Ayrıca, platformla beraber tanıdığım birçok tiyatro, yönetmen ve oyuncu oldu. Ayda iki kere bir araya geliyoruz, birlikte yeni projeler üretiyoruz. Dayanışmanın başka türlüsünü deneyimliyoruz; örneğin oyuna çıkmak üzereyken ışığım patladı ve acil ışığa ihtiyacım var, hemen platforma ihtiyacımı yazıyorum ve dayanışma çağrıma hızlıca cevap alabiliyorum. Birbirimizi de bu şekilde kotarıyor oluyoruz.
Kadıköy Emek Tiyatrosu hem sahnenin, hem de grubunuzun adı. Mekânın ve yaptığınız oyunların çıkış noktası nedir?
Kendimize, ‘masalları günümüz gerçekliğiyle anlatan tiyatro’ diyoruz. Masallarla büyüdük ama bu masalların alt metinlerinde bambaşka hikâyeler yattığını biliyoruz. Logomuz siyah-beyaz-gri ama bizim içimiz rengârenk, bir sirk gibi. Yaptığımız oyunlar da bununla paralellik taşıyor. Emek’te her yıl müzikli bir masal, hikâye anlatısı benzeri bir şey görebilirsiniz. ‘Küskün Müzikal’ adlı oyunumuzda, bir aşk üçgenini ve barındırdığı iktidar ilişkilerini işliyorduk. Bu bizim masalımız ve gerçeğimiz aynı zamanda. O aşk ilişkisinin içindeki iktidar ilişkilerini işleyebilen bir tiyatroyuz yani.
Yasal işleyiş açısından, bir mekân sahibi olmak, bir nevi şirket sahibi olmak anlamına geliyor. Emek’i işletmek zor değil mi?
Benim en çok zorlandığım konu buydu. ‘Perdesiz Sahneler’ diye bir belgesel çekildi. Orada Yiğit Sertdemir çok doğru bir tespitte bulunuyordu: “Alternatif mekân işletmecileri, aynı zamanda oranın oyuncusu, yönetmeni, muhasebecisi, tuvalet temizleyicisi.” Mekânı açtığında birçok şeyi nasıl yapacağını bilmiyorsun, yolda öğrenmeye başlıyorsun. Örneğin Emek’i açtığımız dönem tuvaleti temizliyordum, hâlâ da yaparım, bunda gocunulacak bir şey yok ama, en başta bunu yapacak insanın olmadığı için, organizasyonsuzluktan yapıyorsun. Süreç ilerledikçe işleri departmanlara ayırmayı öğrendik, çünkü herkes her işi yapmamalı. Tamam, biz komün hayat seviyoruz, her şeyi birlikte yapalım istiyoruz ama tiyatro bunu bir yandan içeren, bir yandan da içermemesi gereken bir alan. Ben orada metin veya dramaturji çalışırken bir yandan da o ışık patlıyor mu diye düşünmemeliyim. Bu yüzden, ihtiyaçtan, departmanlar doğmaya başlıyor. Böyle olunca herkes alanında uzmanlaşıyor ve işini tertemiz yapıyor.
Kendinizi alternatif tiyatro olarak mı tanımlıyorsunuz?
Alternatif tiyatro yapmıyoruz, alternatif bir mekân işletiyoruz. Neye alternatifsin? Ana akıma mı? Ana akımın yaptığı oyunları ben yapamaz mıyım? Yaparım. O yüzden alternatif tiyatro yapıyoruz diyemem. Eskiden tekstil atölyesi olan bir yeri tiyatro olarak kullanıyoruz, dolayısıyla alternatif mekân işletiyoruz. Dekorları, her şeyi elle, tırnakla, kanla, terle, kendimiz yapıyoruz. “Çağırın işçileri, şurayı yapsın” gibi bir durum yok. Devlet yardımı da yok. Bakanlığın verdiği ödenekleri talep etmiyoruz ama bu ileride talep etmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Tiyatroda bazen alternatif denebilecek işler de yapıyoruz. Örneğin ana akım tiyatroda bir eşcinselin hikâyesini işleyen bir oyun göremezsin ama bizde izleyebilirsin.
Devletin özel tiyatrolara dağıttığı ödeneğe daha önce neden başvurmadınız?
İki yıl önce, yurtdışından sanat yönetmenlerinin katılımıyla bir toplantı yaptık. Bağımsız Tiyatrolar Birliği kurulmaya çalışılıyordu; yurtdışından gelen ekip de bir süredir bu tür bir oluşumun içindeymiş. Bizimle deneyimlerini paylaştılar. Tiyatrosu, bizimkiyle konum olarak benzer bir yerde duran biriyle tanıştım. Adamın tiyatrosu çok küçük bir kasabadaymış. “Tiyatromuz küçük, 400 kişilik” dedi. “Epey küçükmüş, benimki 100 kişilik” dedim. Bina onlarınmış; biz kiradayız. “Etrafımızda kültürle ilgili fazla bir şey yok, bir kütüphane, bir sinema, bir de müze” diye devam etti. Benim yan tarafımda pizzacı, öbür tarafımda börekçi, karşımda süpermarket var. Devlet her yıl, tiyatrolara bulunduğu bölgedeki nüfusa göre, orada yaşayan insan sayısından daha yüksek bir ödenek ayırıyormuş. Üstelik devlet, bunu yapmakla yükümlü. Bizde o para 60 tiyatroya dağıtılıyor. Bir de, seyirci bize “Biletler çok pahalı, şehir, devlet tiyatrosu bu kadar pahalı değil” diyor. İyi de, senin verginle şehir tiyatrosuna, devlet tiyatrosuna 116 lira veriliyor; üzerine, orada oyuna gidersen 10 lira koltuk parası da ödüyorsun. Ben böyle bir para almıyorum; üstüne, devlete gelir vergisi, stopaj, KDV ödüyorum. Biletten kesiyor, tabeladan kesiyor, “çöp vergisi” diyor, “sen şirketsin” diyor, elektriğin, suyun iki katını ödetiyor. Bu gerçekliklere bakınca, “Devlet bir ödenek dağıtıyorsa alacağım” diyorum ama yaşanan adaletsizliklere bakınca da “Ben seyircimle var olayım, nasıl yapıyorsam öyle devam edeyim” diyorum.
‘Sadece Diktatör’ün yasaklanması süreci sizin açınızdan nasıl geçti?
Bu, sansür yiyen ilk oyunumuz değil. Beş yıl önce, Özen Yula’nın yazdığı ‘Kırmızı Yorgunları’nı sahnelerken, oyunda yer alan Barış Atay bir gözaltı süreci yaşadı. Oyun Gebze’ye gidecekti, programa koymadıklarını gördük. Barış Atay’ın adını oyun programına yazmak istemediklerini söylediler. Oyun kalacaktı ama oyuncunun adını yazmayacaklardı. Bunu kabul etmedik. O dönem yine sivil polisler geliyordu sahnemize, oyunları seyrediyorlardı. Sahneye gelip tehdit edenler, ev adreslerimizi soranlar bile oluyordu. Bunlar çok korkutucu ama biz buna alışmayı değil, bununla baş etmeyi öğrendik. Var olmak, orada konuşabilmek, üretebilmek bizim için önemli. Bunu sürdürmeye çalışıyoruz. Örneğin Nuriye-Semih eylemlerinde, başıma bir iş gelir endişesiyle çıkıp birkaç söz söylemezsem, devletin istediği olmuş olur.
‘Sadece Diktatör’ Artvin’de yasaklanmadan önce de bazı yerlerde yasak yemiştik. Artvin’deki yasaklama çok keyfîydi. Barış Atay’ın twitter’da bir bakan hakkında yazdıkları sonucunda, Bakan’ın Valiliğe emir vermesi, Vali’nin de ilçe emniyetine emir vermesi ile yasaklandı oyun. Hâlâ 70’lerdeki, 80’lerdeki olayları yaşıyoruz. Bize sürekli bunun tokadını atıyorlar. O zaman biz de artık güçlü olduğumuzu, birlikte olduğumuzu, kalabalık olduğumuzu göstermeliyiz. Bir süredir tiyatrolarla uğraşıyorlar. Biz ne ilkiz, ne de son olacağız. Kadıköy Tiyatroları Platformu’nun ‘Tiyatroma Dokunma’ bildirisi yayımlanınca, bizi sindiremeyip, korkutarak durdurmaya çalışan birileriyle karşılaştık. Oyun 19 Ocak’ta Emek’te oynayacaktı. Oyun günü yaklaşırken polis, Kadıköy’deki bütün tiyatroları gezmeye başladı. Biz konudan, Kadıköy’deki tiyatrolar aracılığıyla haberdar olduk. Platformun bildirisine imza atan tiyatrolara gidip, “Yarın ben senin de şalterini indiririm” demeye çalışıyorlardı. Oyunun sahnelenmesine birkaç gün kala polisler, ellerinde benim fotoğrafımla Emek’e gelmiş, “Bu yapımcıyı tanıyor musunuz?” diye sormuşlar. Bana uzattıkları tutanakta “Oyunun Kadıköy’de açık ve kapalı alanlarda oynanması Kaymakamlık kararıyla yasaklanmıştır” yazıyordu. “Bu oyunun teksti yok, basılı metni yok. Nerede okudunuz da bunu yasaklı ve sakıncalı gördünüz? Benim muhatabım kim?” diye sordum, “Kaymakamlık” dediler. Kaymakam bizim tiyatroya gelmiş de bizim mi haberimiz yok? Bunun üzerine polis, “Bu oyunu daha önce oynadınız mı?” diye sordu; üç yıl boyunca 160 kez oynadığını, 40 bin seyirciye ulaştığını söyledim. Bu kez de “Aynı arkadaş mı oynadı?” diye sordular. Dertlerinin aslında ne kadar kişisel olduğu buradan belli. Tutanağı imzaladık. Yargı yoluna da gitmedik. Hangi adalete güvenip yargı yoluna başvurayım ki? Zaten OHAL’e dayanarak bu yasaklamayı yapıyorlar.
Siz tutanağı imzaladıktan sonra neler yaşandı?
Oyunu oynamayacağımızı belirttik. Ancak biletleri internetten satın alanlar vardı, oyunun oynanacağı sabah online satış yapan şirketi oyunun iptaline dair bilgilendirdik. Ulaşılamayan seyirciler, boşuna gelenler olabilir diye, bütün ekip tiyatroda bekledik. Gelen seyirci de bir çayımızı içer, durumu anlatırız diye düşündük. Yaşananları duyan dostlarımız sohbete geldiler. O akşam yine iki sivil polis geldi, bir etkinlik olup olmadığını sordular; olmadığını söyledik. Kuliste oturuyoruz, bağlamalar, gitarlar çıkmış, gülüp eğleniyoruz. Sonra İlçe Emniyet Müdürü geldi, iki sivil polisi “Nasıl bunlarla muhatap olursunuz, giren çıkan belli değil” diye azarladı. Biz de bu duruma dayanamadık, “Bu adamlar bir şey yapmadı, biz de bir şey yapmıyoruz” dedik. Emniyet Müdürü polis aracıyla gelmişti, ama durumu duyan insanlar gelmeye başladıktan sonra kapımızın önünde üç minibüs çevik kuvvet, özel harekât ekipleri, TOMA ve polis araçları belirdi. Ellerinde tüfeklerle polisler duruyor, kapımızın önü kaynıyordu. Onlar kaldırımdan tiyatroya girmiyor, biz de kaldırıma çıkmıyorduk. Bir süre böyle bekledik. Sonra gözaltına almakla tehdit ettiler. O akşam konuyla ilgili bir açıklama yapma kararı aldık. Sokağa çıktık, avukatlarımız geldi. Biz kendimizi sakin tutmaya, onları haklı gösterecek bir şey yapmamaya çalıştık. Sonrasında içeriyi boşalttık, bildirimizi okuduk ve dağıldık. Ertesi gün, seyirci profilimizden olmayan bazı insanlar gelip akşam hangi oyunun olduğunu, ‘Sadece Diktatör’ün oynanıp oynanmadığını sordu. Sivil polis olduklarını biliyorduk. O akşamki oyunda, acaba seyircilerden hangisi sivil polis diye düşünürken yakaladım kendimi, sonra oyuna kendimi kaptırdım. Bir anda seyirci arasından bir telsiz sesi geldi. Seyirciyle karşılıklı kalakaldık.
Bu Kadıköy Emek Tiyatrosu’nun ya da Barış Atay’ın özelinde bir hikâye olmaktan çıkıyor, tiyatroya uygulanan genel bir baskı ve sansür oluyor. Kampanyayı da bu şekilde, Kadıköy Tiyatroları Platformu’yla beraber örmeye başladık. Eylem planımız aynı gün, aynı saatte oyunun metnini okumaktı. Oynamak yasaktı ama okumak yasak değildi. O gün yine sivil polis vardı. Hatta metni okuyacağımız için gözaltına alınacağımızı düşünüyorduk. Polis “Bir etkinlik var mı?” diye sordu. “Okuma yapılıyor” dedik. Durdu, dinledi, baktı gerçekten de okuma yapılıyor, Barış Atay da yok, bir grup insan sadece metin okuyor. Seyircinin ulaşmasını istemedikleri metin şu an Türkiye’de ve yurtdışında herkesin ulaşabileceği bir yerde. Bir tıkla indirebilir.
27 Mart Tiyatrolar Günü’nde her sene yapılan yürüyüş bu sene muhtemelen ‘sansüre hayır’ temalı olacak, çünkü bu yıl yasaklanan oyun çok. Kadıköy Tiyatroları Platformu olarak, yasaklanan bütün metinler için de aynısının yapılmasını, onların da seyircilerine ulaşmasını hedefliyoruz.
Bu süreçte seyirci sayısında düşüş oldu mu?
Olaylar yaşandığında, seyirci, başta sahnenin kapandığını düşündü, dolayısıyla seyirci sayısında düştü ama sonrasında normal seyrinde devam etti. Geçen hafta Ali İsmail Korkmaz Vakfı’ndan temsilciler oyunumuza geldi. Onlar ‘Sadece Diktatör’e geleceklermiş topluca, ancak yasaklanınca tiyatroda sahnelenen başka bir oyuna gelmeye karar vermişler. Ertesi gün bir teyze, “Çocuklar, elimden gelen bu” diyerek sahneye börek getirdi. Göztepe’de bir pastane iki kocaman paket ekler gönderdi. Dayanışmanın bu kısmı o kadar güzeldi ki...
Bu noktadan sonra tiyatronuzun çizgisinde bir değişiklik olacak mı?
Biz çizgimizden ödün vermeyeceğiz, nasıl başladıysak öyle devam edeceğiz. Çünkü savaşmanın başka yolunu bilmiyoruz. Biz tiyatro yapıyoruz. Benim dünyayla bir derdim varsa bunu sahnede söyleyeceğim. Duruşumuzu yumuşatmamız gerektiğine inanmıyoruz, çünkü duruşumuzun meşru olduğuna inanıyoruz. Eğer onların bizi ittiği yola doğru gidersek hayallerimizden, yapmak istediklerimizden vazgeçmiş oluruz.