Bazen Baron Hrant odaya girer sessizce camdan caddeyi seyrederdi. İnsanlar o yana bu yana koştururken caddede, bize döner çok alakasız bir şey sorar, bir şey söylerdi. Kesin yeni bir şey var aklında, kesin…
6 Şubat 2006 Pazartesi sabahı büyük bir heyecanla girdim Agos’un kapısından. Baron Hrant’a geldiğimi söylediler. Gelip koridorda karşıladı beni. Baron Seropyan’ın odasına yöneldik beraber “Burada Baron Seropyan’la çalışacaksın” dedi. Cam kenarında bana bir masa gösterdiler oturdum. Baron Hrant gitti…
Kapıdan girmeden önce benim o minik beynim 30 yaşında Yerevan Devlet Üniversitesi mezunu kalifiye eleman olduğumu zannediyordu. Masaya oturduğum anda koca balonum söndü. Baron Seropyan ne sorduysa hiçbir şey bilemedim. Hiçbir şey yapamadım. Ben sandalyede küçüldükçe önümdeki masa büyüdü, büyüdükçe altına girmem kolaylaştı sanki. Sesim de çıkmamaya başladı. Kaçamadım da, kızardım… Kızardım… Sonra Baron Seropyan güldü. Güldüm. Ağlayacaktım halime ama güldüm. Bir hafta dayanamam çok yetersizim diye düşündüm. Salı sabahı gitmekle gitmemek arası ayaklarım geri geri gitti cahilliğimden utandım.
O gün Baron Gobelyan’la tanıştım. Sonraki günlerde Ayvaz’la, daha sonraki günlerde Antayr’a (Varujan Köseyan). Hepsi ustaydı, ben ise cahil cühela…
Bir hafta on gün olmuştu belki işe girmemin üzerinden, Baron Seropyan, Baron Gobelyan masalarındaki bilgisayarlara bir şeyler karalarken ben de masamda oturmuş bir şeylerle oyalanıyordum. Hagop Ayvaz girdi içeri. Bir muhabbet, bir sohbet, gülüş kıkırdama. İçerden sesleri duyan Baron Hrant gelip muhabbetlerine katıldı. Ayvaz anlatıyor, Gobelyan anlatıyor, Seropyan anlatıyor ben kıkır kıkır gülüyordum. Mutluydum. Bir an durdum. Seropyan 70’ler, Gobelyan 80’ler, Ayvaz 90’lar, Baron Hrant 50’lerindeydi. “Tarih” dedim içimden. “Tarih”. Cahilim hiçbir şey bilmiyorum ama dışarıda başka işler bakacağıma bu tarihe kendimi verebilirim. 40 senemi onlara versem belki bir şeyler öğrenebilirim diye düşündüm. Ve iç kapının iç mandalı olmaya karar verdim.
Ben iç kapının iç mandalı onları dinlemeye hayrandım…
2006’da ilk karın Halaskargazi’ye düşüşünü elimde bir bardak sıcak çayla karşıladım.
Sıcak bir odada öğretmenlerim her gün hayatıma bir şeyler katarken mutlu ve huzurluydum. “Hayat bana güzel” derdim içimden. Bazen Baron Seropyan’a saçını başını yoldururdum. Adamcağız yaptığım hataları görünce kafasını iki elinin arasına alır öyle bir of çekerdi ki masadan kaçacak yer arardım. Sonra çay getirirdim usulca, yumuşardı…
Bazen Baron Hrant odaya girer sessizce camdan caddeyi seyrederdi. İnsanlar o yana bu yana koştururken caddede, bize döner çok alakasız bir şey sorar, bir şey söylerdi. Kesin yeni bir şey var aklında, kesin…
Baron Hrant bir şey sorar, Baron Seropyan bir şey söyler uzun uzun tartışırlardı. Sonra o odasına giderdi. Giderken yüksek sesle “Anna!” derdi. Anna mayrik elinde bir bardak çay odasına yönelirdi.
Hiç bilmediğim türküler mırıldanılırdı odamda. Baron Hrant’ı ayakta Ermenice gazetelere göz atarken hiç duymadığım bir türkü mırıldanırken seyrettim.
Cuma toplantıları
Toplantılar olurdu her Cuma. Gazeteyi çıkardıktan sonra hemen yeni sayı için fikirler ortaya atılırdı. Baron Hrant kendi masasına oturmuş olurdu. Sol kolunun hizasında sesi kısık bir televizyon açık olurdu. Masanın önündeki iki deri koltuğa Baron Seropyan ve Baron Gobelyan otururdu çoğu zaman. Bizler karşıdaki sandalyelere dizilirdik. O anlatır biz dinlerdik. Yapmamız gerekenleri söylerdi. Araştırmamız gerekenler vardı. Gideceğimiz yerler, göreceğimiz insanlar olurdu. O söyler biz yapardık. Anlatırdı, öğretirdi, dinlerdik.
Gerçek bir öğretmendi. Zekanın kıvraklığını, çözümcülüğünü ve kalbi onda gördüm. Hayrandım onun anlatışına. Öğretir, anlatır ne kadar anladığımızı görmek için sorular yöneltirdi. Fikrimizi alırdı her yazıda. Sonra oylardı. Yazsın mı o yazıyı, yazmasın mı diye. Keşke ‘Güvercin Tedirginliği’ni yazacağını söylediğinde “yaz” diyenlerden biri olmasaydım. Bu vebal çok ağır geliyor bazen…
Özlüyorum. Beyaz gömleğiyle camın kenarından sokağa bakışını. Odamda sesini. Muhabbetli muhabbetli biriyle telefonda konuşmasını. Cebindeki tüm bozuklukları uzatıp aşağıda geçen simitçiden 4-5 simit aldırışını. Aldırdığı simitlerden birinin yarısını eline alıp odasına yönelmesini özlüyorum.
Zemheride vurdular onu ben dondum.
Kurşun sesi hiç silinmedi kulaklarımdan. İlk çığlık atan kızlar, ilk koşuşmalar. Halen bazen tepeleniyorum rüyalarımda. Kapıdan kaldırıma adım atarken adamlar beni havaya kaldırmıştı. ‘Bırakın! İndirin. Göreyim’ diye bağırıyor, tepiniyordum. Hâlâ düşünüyorum niye kaldırdılar beni havaya? Neden. Kana düşsem ne olur? Betona yığılsam ağlasam…
Zemheride patladı sesimiz sokaklarda daha kimse duymadan, daha kimse görmeden. Çok dua ettim. Ama küçüktü. Küçük bir dua “Allah’ım yardım et” diyordum. Yardım et. Dış kapının girişine oturmuş ailesine bu haber nasıl verilir diye düşünüyordum. Ben iç kapının iç mandalı sadece dua ettim. Sonra geldiler. Sesler…
Sesler asfalta vurdu. Sesler kana karıştı. Kan sıcaktı… Kan çok aktı. Oradaydım. Ağladım.
Merdivene oturdum. Ağlayana su verdim, kolonya tuttum. Baron Seropyan’a palto! Adamcağız üşümedi ama dondu. Kas katıydı. Algısı yarı kapalı gibi. Ah bir ağlasa, keşke ağlasa… Ağladı, yıllarca, her aklına geldiğinde gözleri yaşlandı.
11 sene geçti üzerinden. Hani benim 40 yıllık hayallerim? Baron Hrant yok. Seropyan yok. Gobelyan, Ayvaz, Varujan … Ben bir ömür size iç kapının iç mandalı olmaya razıydım, nerede hayallerim?
Kedi ile fare oyununun içerisindeyim şimdi. Oradan oraya fırlatılırken davalarda, ölü taklidi yapan bir fareyim sadece. Sesim çıkmaz. Gözüm görmez. Dimağım durmuş. Bıktım “mıştı”, “mişti” ile biten davaları yazmaktan. Vay gidene… Vay gidene… Vay bu oyunun ortasında kalana…