Tekil gibi görünen ama topladığımızda hayli tatsız bir manzara. Bu manzarayı doğuranın OHAL rejiminin de eşlik ettiği mevcut Türkçü-İslamcı koalisyon olduğunu söylemeye gerek yok.
Ermeniler ve kurumları son haftalarda neredeyse her gün başka bir vesile ile gündemde. Şuradan başlayabiliriz mesela. Diyarbakır’daki Surp Giragos Kilisesi hırsızların uğrak yeri haline gelmiş durumda. Hatırlanacaktır çatışmalı sürecin ardından Suriçi uzun süre kapalı kalmış, sonrasında ilçenin büyük bölümü açılmıştı. Ancak kilisenin bulunduğu bölüm her nedense hala kapalı. Kilise yöneticileri uzun bir izin sürecinin ardından kiliseyi kısa bir süreliğine görebiliyorlar. Ve her gittiklerinde de hasarın arttığını önemli tarihsel değerdeki eşyaların çalındığını görüyorlar. Geçen hafta gizlice çekilen bazı fotoğraflar Agos’ta yayınlanmıştı. Bu hafta da Kilisenin Yönetim Kurulu Başkanı Ergun Ayık’ın açıklamaları basına yansıdı. Şöyle diyor Ayık: “Biz bile izin almadan gidemiyoruz. Ama kilise açık korumasız. Biz geçemiyoruz ama geçebilenler geçiyor. Kilisenin bahçesindeki kuyudaki eski bir tulumba vardı onu bile götürmüşler. Orada bulunan mutfak malzemeleri, kitaplar, hediyelik eşyalar gibi birçok şey talan edildi. Hiç bir şey yok şu anda.”
Tekrar sormamız gerekir. Sur ilçesinin birçok mahallesine girilirken kilisenin bulunduğu mahalleye neden özel izinle girilebilmektedir? Böyle sıkı korunan bir bölgeye kim elini kolunu sallayıp girmekte, kilisenin eşyalarını çalmakta, kiliseyi tahrip etmektedir? Buna artık yetkililerin bir yanıt vermesi gerekiyor.
Kilise demişken. Haftasonu İstanbul Narlıkapı Kilisesi’ndeki bir vaftizden çıkan cemaate, kilisenin sırtını dayadığı surlardan taş atılmış. Bu taşları atanların çocuk olduğu söyleniyor ancak Yervant Özuzun’un söylediğine göre “Sizlere ölüm” gibi laflar da edilmiş. Ve bu vakanın ilk olmadığı, geçtiğimiz Ramazan ayında da buna benzer vakalar yaşandığı anlaşılıyor. Yine sormak durumundayız. Ermeni toplumu ibadetlerini bu koşullar altında mı yapacak? Taş atanlar her kim olursa olsun, bu konuda bir önlem alınmayacak mı?
Gelelim Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesine. Cezaevindeki HDP’li siyasetçi Aysel Tuğluk’un annesi geçtiğimiz hafta hayatını kaybetti. Ankara’da yaşıyordu, İncek’teki mezarlığa gömülmek istedi. Ancak mezarlıkta toplanan bir grup çeşitli sloganlar eşliğinde naaşın mezara gömülmesini engellemek istedi. Bu kalabalık grup karşısında Tuğluk ailesi naaşı gömüldüğü yerden çıkarmak durumunda kaldı. Hatun Tuğluk’un cenazesi doğum yeri Dersim’de toprağa verildi. Gazetelere ve internet sitelerine yansıyan haberlere bakılırsa bu ırkçı grup cenaze sırasında birçok ayrımcı sloganın yanı sıra bir de “Burası Ermeni mezarlığı değil” demiş. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “Görüntüleri izledim öyle bir slogan yok” dese de cenazeye katılan HDP’liler bu sloganın atıldığını söylüyor. Burada asıl ilginç olan ise bu saldırgan gruptan birinin olaydan sonra bölgedeki karakolun içinde dolanması ve karakola gelen Süleyman Soylu ile fotoğraf çektirmesi. Soylu bu fotoğrafın eleştirilmesini sert bir şekilde eleştiriyor ama, böylesi bir saldırıya karışan bir kişinin, olaydan sonra gönül rahatlığıyla karakolda dolanmasını ve İçişleri Bakanı ile fotoğraf çektirmesini nasıl açıklamak lazım? Ve tabii her şeyin ötesinde böylesi bir durumda bile konunun yine “Ermeni” meselesine bağlanmasını? İçinde bulunduğumuz atmosferden bağımsız düşünebilir miyiz bunları?
Yine şu son haftanın gelişmelerinden biri de Berlin’de düzenlenen ‘Türk ve Ermeni Akademisyen Çalıştayı’ (WATS). Michigan Üniversitesi, Güney Kaliforniya Üniversitesi ve Potsdam'daki ‘Lepsiushaus’ tarafından Berlin'deki Avrupa Akademisi'nde düzenlenen konferans, öncesinde Vatan Partisi çevresinin tacizlerine hedef oldu. Konferans yapılabildi ama bu çevre Türkiye’den kimi akademisyen ve üniversiteleri tedirgin etti. Hatta bu grupların bazı akademisyenler hakkında YÖK’e şikayete ve suç duyurusuna varan girişimlerde bulunduğunu öğreniyoruz.
İki yıl önce, 2015 yılında İstanbul’da da yapılmış bir toplantıdan bahsediyoruz. Ancak şu son iki yılda iktidar eliyle ağırlaştırılan atmosfer bu alanda da etkisini gösteriyor demek ki. Eğer öyle olmasa hele ki Berlin’de öylesi bir atmosfer oluşmazdı. Öyle görünüyor ki Hükümet aslında bu çevrenin kampanyasından hiç de rahatsız değildir.
İster istemez Hrant Dink’in de katıldığı 2005 yılındaki konferansı hatırlamak durumundayız. O zamanki konferans da çok zor şartlar altında yapılabilmişti. Hükümet üyeleri çok sert açıklamalar yapıyorlardı. Hatta konferansın engellenmesi için hukuki yollar bile denenmişti. Mevcut durumda şunu söylemek isteriz. Böylesi gelişmeler bir şeylerin habercisidir. “Bu vesileyle biraz daha akademisyeni köşeye sıkıştıralım” düşüncesiyle olup biteni izlerseniz yeni bir karanlık atmosferin daha kapısını kendi ellerinizle açmış olursunuz.
Velhasıl, olaylar bunlar. Tekil gibi görünen ama topladığımızda hayli tatsız bir manzara. Bu manzarayı doğuranın OHAL rejiminin de eşlik ettiği mevcut Türkçü-İslamcı koalisyon olduğunu söylemeye gerek yok. Şu genellikle değişmiyor: Ermeni meselesi diğer meselelerden bağımsız değil. İktidar Kürt meselesi başta olmak üzere tüm demokratik hayatın mengenelerini sıktıkça ve milliyetçi dili kullandıkça “Ermeniler” de bu cins haberlerin konusu oluyor.
Önemsenmeyecek sinyaller değil bunlar.