Köprünün üstünde iki kadın

Gümrü’de doğmuş genç bir kadın tanıdım. Kendisiyle yolum Yerevan’da kesişti. Türkiyeli olduğumu söyleyince, anne ve baba tarafından Karslı ve Muşlu olduğunu öğrendim. Oraları daha önce ziyaret etmemiştim. Anlatacak bir hatıram yoktu. Fakat Ani’yi merak ediyordum.

İnsanlık tarihinin insana en yakışmayan, en vahşi, en kanlı, en karanlık günleri nasıl anlatılır? Salt isimlerini zikretmenin bile bizi dehşete düşürmeye yeteceği savaşlar, göçler ve soykırımlar; daha da önemlisi bunların her birinin barındırdığı insana dair dramlar nasıl aktarılır? Bilgi ve görüntü paylaşımının, bugünün geniş imkânlarıyla yapılamadığı dönemlerde insanlar bazen fısıldadılar, bazen yüksek sesle haykırdılar; duayla, gözyaşıyla, sesle, sözle veya susarak anlattılar; bazen vücutta bir dövmeyi, bazen de ruhtaki bir yarayı işaret ettiler. 

Hakikat fabrikası

Ve tarih yazıldı. Resmi tarih yazımı çoğunlukla güçlünün ideolojisine göre şekillendi. Peki insan hafızası ile siyasi hafıza nerede kesişir? Vatana ihanet edenler ve onu kurtaranlar, mecburiyetler, ‘öyle gerekti’ler, devletin bekası, millinin muhafazası, toprak ve sınırlar derken, hakikatın kaydı nasıl tutulur? Biricik olan, yaşanmış olan, tüm bu uğultular arasında kaybolabilir mi? Belki üzerine bir perde çekilebilir, evet; perdenin arkasında bir fabrika kurulabilir, ismi hakikat fabrikası olarak da düşünülebilir; orada daha kahraman ve daha haklı görüneceğimiz yeni bir oyun yazabiliriz; bu oyunu ‘Bizim hakikatimiz budur’ diyerek takdim edebilir, nesiller boyu anlatabilir ve tüm dünyaya da sergileyebiliriz. Ama gün gelir, taş fısıldar, toprak kusar, tek bir duvarı zor bela ayakta duran bir yapı dile gelir; gün gelir, bir kadın konuşur.

Bir güz sabahı 13 yolcu

Gümrü’de doğmuş genç bir kadın tanıdım. Kendisiyle yolum Yerevan’da kesişti. Türkiyeli olduğumu söyleyince, anne ve baba tarafından Karslı ve Muşlu olduğunu öğrendim. Oraları daha önce ziyaret etmemiştim. Anlatacak bir hatıram yoktu. Fakat Ani’yi merak ediyordum. Kendisi dördüncü kuşaktı ve o şehirlerden yıllar evvel çıkan atalarından sonra, ailesinden kimse oralara gitmeyi düşünmemişti. Yerevan’dan her hafta ‘Batı Ermenistan’ turları düzenlendiğini duyunca, birlikte bir yolculuğa çıkmaya karar verdik. 

Bir Ekim günü, sabaha karşı saat 05.00’te, 13 kişilik bir ekiple, Yerevan’dan yola koyulduk. Ararat’a Iğdır’dan bakacak, Van’da Ahtamar Adası’nı ziyaret edecek, kilisesinde mum yakacak, yitirdiklerimiz ve umut ettiklerimiz için dua edecek, arkadaşım için en önemlisi Muş ve Kars’ı görecek, benim için en önemlisi Ani’ye gidecek, Arpaçay’ın öte yanına; Ermenistan’a bakacak ve ziyaret ettiğimiz her şehirde illaki kadeh kaldırıp yitirdiklerimizi anacak, umut ettiklerimizi konuşacaktık. 

Haritayı açıp bakalım; Yerevan’dan Türkiye sınırına, birkaç saatlik kara yolculuğu. Ah bir de hatıralarda kalan, Kars’ı Gümrü’ye bağlayan tren hattı. Şimdi ikisi de yoklar. Büyük Hatay depreminde Ermenistan’dan giden yardımın varabilmesi için kısa süreliğine açılan ve fakat 93 yılından bu yana kapalı olan sınır yüzünden, kapı komşumuza; üst komşuya uğrayıp geçmek durumundayız. Ermenistan’dan çıkış yapıp, Gürcistan’a giriyor, oradan çıkıp, Türkiye’ye, Aktaş sınır kapısına ulaşıyoruz. 
Surp Marine Ermeni Kilisesi'nin kalıntıları
Geçmişin izinde

Ekipten aynı turu daha önce yapmış olanlar var. ‘Bir Zamanlar Ermenistan’ı tekrar görecekleri için mutlular. Çoğunun ise ilk ziyareti. Her birinin heyecanını ve tedirginliğini tahmin etmeye çalışıyorum. Köksüzlük karmaşık bir duygudur. Peki köklerimiz anamızın, babamızın doğduğu şehirlerde midir? Yoksa onları doğuranların mı? Hepsinden farklı bir yerde doğduysak ya da yaşıyorsak, kaç yıl, kaç kuşak geriye gitmemiz gerekir onu bulmak için? Kendimizi bulmak için nereye varmamız gerekir? Hepsini bu yolculukta öğreneceğim. 

Çıldır Gölü’nün kıyısında kahve içip, Iğdır’da Ararat’a bakarak gün batımını izledikten sonra, ilk gece konaklayacağımız Doğu Beyazıt’a geçiyoruz. Hava karanlık, biz yorgunuz. İshak Paşa Sarayı’nın ve şehrin ışıklarını görüp, bizim için ertesi gün başlayacak asıl yolculuk için odalarımıza çekiliyoruz. 

Aydınlık bir sabah… Güneş, tepemizde; Van Gölü’nün üzerinden geçerken içimizi ısıtıyor. 
1915’e kadar düzenli ayin yapılan Ahtamar Kilisesi, bugün bir müze. 2010 yılından itibaren yılda bir gün ise burada, Ermenilerin ayin yapmasına izin veriliyor. Türkiye Ermenileri Patriği önderliğinde yapılan ayine dünyanın dört bir yanından özellikle Vanlı Ermeniler katılıyor. Biz bugün, bu kilisede, sadece mum yakıyoruz, sessizce dua ediyoruz. Biraz hüzünlü, ama çok mutluyuz. Gölün kıyısına inip ayaklarımızı ıslattıktan sonra, tekneyle iskeleye dönüyoruz. Şimdi karşımızda ‘Akdamar Lokantası.’ Ermenistan’dan gelen gruplara alışıklar ve o gün bizden başka misafirleri yok. Çalıyor Ermeni ezgileri ve biz tabanlarımız ağrıyana kadar dans ediyoruz. 

‘Baba, onları bağışla, ne yaptıklarını bilmiyorlar.’

Bir sonraki durağımız, Muş. Arkadaşımın hikâyesi burada başlıyor. Heyecanından tutuyorum onu. Ahtamar Kilisesi’nin yakınından aldığımız mumların yarısı çantalarımızda; Surp Marine Ermeni Kilisesi’ne varıyoruz. Dış duvarlarının bazıları ayakta, çatısı olmayan, gökyüzüne bakan, ortası yer yer kazılmış, çer çöple dolu, direnen bir yapı burası. Gidenin ve kalanın kısa hüzünlü bir hikâyesi belki. Burayı ziyaret eden Ermeniler, yıkık duvarların arasında, mum yakıp dua edebilecekleri bir mumluk yaratmışlar. Biz de yanımızdakileri yakıp, hep bir ağızdan dua ediyoruz. Muş, sık ziyaret edilen ve kendisi gibi Ermeni geçmişi olan Diyarbakır ve Van gibi şehirlerden farklı. Müze yok, kültürel miras yok. Muş’ta Ermeniler daha çok altın ve define kelimeleriyle anılıyor. Elinde bir parça haritası olanın, gömülen hazineyi bulma umuduyla, çeşit çeşit yerleri kazdığı bir şehir... 

Kiliseden çıkarken, ortasındaki çöp yığınına dönüp bir kez daha bakıyorum. 110 yıl önce sıradan bir pazar sabahının hayali düşüyor zihnime, siyah beyaz ayarında. Sonra yukarıya, Tanrı’ya bakıyorum. Çatısı olmayan kilisede, Tanrı’ya bu kadar yakınken bir kez daha dua ediyorum. ‘Baba, onları bağışla, ne yaptıklarını bilmiyorlar.’ (Luka 23:34)
Naira, Vartuş'un evi olduğunu hissettiği yerden toprak alıyor
Bir avuç toprak

Muş’ta, Murat Nehri üzerinde bulunan 12 oluk gözlü Tarihi Murat Köprüsü’ndeyiz. Köprünün üzerinde yürümeden önce, Türkiye Turizm Ansiklopedisi’nin web sitesinde yer alan bilgiyi paylaşayım. ‘Yöre halkı tarafından aktarılan efsaneye göre; köprüyü Ermeni zengin bir kız yaptırmış ve inşa edilmesi sırasında köprüyü görmeye gittiğinde köprüde çalışan bir ustanın oturduğu yerde sürekli bir kibrit yaktığını görüp sinirlenmiştir. Ustanın kıza çok cimrisin demesi üzerine Ermeni kız, cimri olmadığımı kanıtlamak için köprünün ayağına bir küp altın gömeceğim demiştir. Bu efsane üzerine, gömülen küp altını bulmak için köprü birçok defa tahrip edilmiş ve orta ayakları patlayıcı kullanılarak da yıkılmıştır. Daha sonralarda yapılan restorasyon çalışmaları ve güvenlik önlemleri sayesinde köprü eski günlerine geri döndürülmeye çalışılmıştır.’

Köprünün ayağına yaklaşırken, arkadaşımın ellerini göğsünde birleştirip, bir ileri bir geri telaşla yürüdüğünü fark ediyorum. Bir şeyler mırıldanıyor.  “Burada boğulmuş” diyor. Kim diye soruyorum. “Babamın dedesinin erkek kardeşi, kaçarken” diyor, “Geçememiş nehri, boğulmuş. Büyük büyük dedem, kardeşini geride bırakmak zorunda kalmış, tek başına Gümrü’ye ulaşmış” O ana kadar anlatmadığı hikâyesinden bildiği kadarına, onu sonsuza kadar kalbinde taşımaya çalışarak sarılıyor.  “Aileden başka kimse kalmamış. İki erkek kardeş, Muş’tan kaçarken… Anlıyor musun? 7 yaşındaki kardeşi, gözü önünde boğuluyor. Büyük büyük dedemin adı Keğam Grigoryan. Kızı Knarik, babamın halası, 39 doğumlu, Gümrü’de yaşıyor. Buraya geleceğimi söylediğimde, benden bir avuç toprak istedi”
Vartuş'un oynadığı Taş Köprü'de Naira koşarken
Köprüyü geçiyoruz. Keğam’ın kardeşinin boğulduğu nehrin kenarına iniyoruz. Arkadaşım, elindeki küçük poşete, özenle bir avuç toprak dolduruyor. O geçmişine, ben ona sarılıyorum. 

Köprüdekiler

Son durağımız Kars. Meydana yaklaşırken, arkadaşım, annesinin gönderdiği bir pasaport fotoğrafını gösteriyor. Pasaport, Vartanuş Eloyan’a ait, büyük büyük anneye. Beraberinde getirdiği bu hikâyeyi de meydandaki, şimdi Kümbet Camii olan bir zamanların Ermeni kilisesinin önünde anlatmaya başlıyor.  

“Annemin büyükannesinin adı Vartanuş. Ben doğduğumda hayattaydı. Saçımı sevdiğini hatırlarım. 1915’te, babası Hovhannes ailenin gözü önünde öldürülüyor. 15 yaşında olan Vartanuş, hamile anası ve kilisenin derayrı olan dedesiyle kaçıp Gümrü’ye geliyor. Genç bir kız olan Vartanuş’u almasınlar diye, onu erkek kılığına sokup çıkarıyorlar şehirden. Gümrü’de doğan kardeşine, öldürülen babasının adı veriliyor.”

Arkadaşım, rehberimize Vartan Köprüsü’nü soruyor sonra. Şimdiki ismi Taş Köprü. Birlikte oraya doğru yürüyoruz. “Buraya yakın oturuyorlarmış. Vartanuş, her gün bu köprünün üstünde koşup oynarmış.” Arkadaşım çıkıyor köprüye, koşmaya başlıyor. 1900’lerin başında büyük büyük annesinin oyun alanında; şimdi, sevinçle, hüzünle koşturan arkadaşımı izliyorum. “Buralarda olmalı evleri” diyor. Eskiden Ermeni mahallesi olan bölgede dolanıyoruz. Vartanuş’un Gümrü’deki mezarına bir avuç toprak götürmek için, bilmediği adresi, kalbinin sesiyle bulmaya çalışan arkadaşımı izliyorum. Sonunda köprüye yakın evlerden birini seçiyor, bir poşete dolduruyor toprağını. 

‘Burası sizin mi, bizim mi?’

O sırada, telefonuma gelen mesaja bakıyorum. Yerevan’dan, aslen Karslı bir arkadaşım yazmış: “Çekinerek söylüyorum, bana Kars’tan birkaç taş getirebilir misin?” Yere eğiliyorum. Arkamdan bir sesle irkiliyorum.

-‘Ne yapıyorsun sen öyle?’ 
-‘Taş topluyorum amca.’ 
-‘Neden? Nereden geliyorsun sen?’
-‘Ermenistan’dan geliyorum. Türkiyeliyim. Bir arkadaşıma götüreceğim bu taşları.’
-‘Şeytan mı taşlayacaksınız?’
-‘Hayır, onları saklayacağız.’

Tam gidecekken, dönüp Kürtçe bir şey söylüyor.
-‘Anlamadım amca.’
-‘Burası sizin mi, bizim mi?’
-‘Belki ikimizindir.’ 

Gülümseyerek uzaklaşıyor.

Yerevan’a dönmeden önce Ani’yi ziyaret ediyoruz. Ani’yi anlamanın tek yolu, oraya gitmek ve hissetmek belki de. Hem Ani’ye varana kadar heybemde çok şey biriktirdim. Oysa ben senin için gelmiştim. Yüzyıllardır bize seslenen topraklarda oturup, Arpaçay’ın öte yanına, memleketimden memleketime bakıyorum. Ermenice halk şarkıları eşliğinde, dönüş yoluna koyuluyoruz. 
 Keğam Grigoryan'ın kardeşinin boğulduğu Murat Nehri
Adı Naira

Aramızdan birinin hikâyesi burada başladı. Aramızdan birinin hayatındaki eksik parçalar burada tamamlandı. Arkadaşımın ismi Naira. Kars’ta doğmuş Ermeni şair ve yazar Yeğişe Çarents’in tek romanı ‘Nayiri Ülkesi’nden gelen Naira… İki avuç toprakla tamamlanan yolculuğunu anlatmak bana düştü. Ne mutlu. Yerevan’a döndüğümüzde Naira, Muş toprağını Knarik’e, Kars toprağını Vartanuş’a ulaştırırken, ben ona verdiğim sözü tutuyorum: “Bana anlattıklarını yazacağım.” Bazen bir insanın hikâyesi, bir halkın hikâyesidir. Bazen bir insanın hatırladıkları, iki halkın ortak geçmişidir. Bazen bir avuç toprak bizi kavuşturur. Kökümüzü bulmak için zamanda kaç yıl geriye gitmemiz gerektiğini kalbimiz de ruhumuz da iyi bilir.

Kategoriler

Dosya



Yazar Hakkında

1985 İstanbul doğumlu. Toplum haberleri, Türkiye-Ermenistan ilişkileri, güncel politika, azınlık hakları, insan hakları ve müzik haberleri yapıyor.