AKP son 12 yılda başlattığı toplumu biçimlendirme planının sekteye uğradığını görmüş ve seçimleri –bir tür- geçersiz kılarak yeniden iktidarı kazanma yoluna gitmişti. Bunu bir baskı rejimi olmadan yapamazdı.
Salı günü 12 Eylül idi. 1980 darbesinin yıldönümü yani. Adettendir, böyle yıldönümlerinde nereye geldiğimiz üzerine birkaç hasbıhal, dertleşme, analiz, öngörü dile getirilir. İster o atmosferden bir nebze çıkıldığı dönemler olsun, ister o atmosferde yaşadığımız dönemler olsun.
Böylesi bir muhasebe için çok ilginç bir zaman içindeyiz. Bundan diyelim beş yıl öncesine kadar “Artık darbe dönemi kapandı herhalde” diye analizler yapmak gayet normaldi, hele de de Kürt meselesinde çözüm süreci masadayken ve her ne kadar ikna edici, tatmin edici olmasa da 12 Eylül darbecileri hakkında dava açılmışken. Birkaç yıl sonra 15 Temmuz darbe girişimi ile karşılaşmak ilginç değil midir? Ve bunun sonrasında darbeyi hiç de aratmayan bir döneme girmemiz. Evet en “Darbeler dönemi artık kapandı galiba” dediğimiz günlerde bile bu devletin geleneğini bilenler “Du bakalım” ihtiyat payını koymadan edemezlerdi. Nihayetinde siyasal kültürümüz, devleti ele geçirip, üretilen rantı dağıtma, adamlarını devlete yerleştirme ve devleti toplum üzerinde bir baskı aracı olarak kullanma üzerine kuruluydu. Dolayısıyla bilhassa Kürt meselesinde devlet açısından en kritik adımların atıldığı dönemde bile bir başka mekanizma işlerliğini sürdürüyor (Gülen Cemaati’nin kastediyoruz) Kürt siyasetçileri hapse atıyordu.
O vakitler bu mekanizmaya dikkat çekiliyordu çekilmesine ancak AKP ile Gülen Cemaati’nin arası iyi olduğundan bu eleştiriler geçiştiriliyordu. Ancak iş döndü dolaştı AKP ile Gülen Cemaati şiddetli bir kavgaya girişti. Bu kavganın temel sebebine baktığımızda herhalde ilk söyleyeceğimiz şey devlete “tamamen” egemen olma kavgası idi. Yani siyasal kültürümüzde köklü bir değişiklik olmamıştı.
Denebilir ki asıl egemen olmak isteyen, elindeki ile yetinmeyen Gülen cemaati idi. Belki böyleydi ancak unutulmaması gereken şu idi ki AKP devleti tamamen ele geçirme konuşumda Cemaat’i bir vurucu güç olarak kullanmış, ona büyük bir alan açmış idi.
Peki bu nasıl ve niye böyle olmuştu? İş yine 12 Eylül’e kadar gidiyor aslında. 12 Eylül sonrası devlet “komünizmle mücadele” adı altında emniyet kadrolarına dini bütün elemanlar yerleştirmek istemiş, Gülen cemaati de buna talip olmuştu. Devletin istediği tabii şöyleydi: “Dini bütün olsun ama devleti de ele geçirmesin, bizim kontrolümüz altında olsun. Devlette solcu, Kürt, Alevi filan olmasın, en azından etkin yerlerde.”
Senaryo uzun süre böyle gitti. Ta ki 1990’ların sonlarında Gülen Cemaati’nin hiç de öyle kontrol altında bir Cemaat olmadığı, devlete yerleşmeyi planladığı ortaya çıkana kadar. Ancak o zamanın siyasi dengeleri içinde Gülen Cemaati bu soruşturmadan kurtulmakla kalmadı, az önce dediğimiz gibi ne kadar kilit pozisyon varsa oraya yerleşti.
Burada da temel motivasyona baktığımızda karşımıza ordu çıkıyor. AKP muhtemel ya da emarelerini gördüğü bir darbeyi savuşturmak için Gülen cemaati ile ortaklığa gitmiş, -yine- muhtemelen “Onlar bizi vurmadan biz onları vuralım” hesabı yapmıştı. Yani devleti ele geçirme savaşları hala sürmekte üstelik yeni boyutlar kazanmaktaydı.
Neyse. AKP Gülen Cemaati sayesinde muhtemel bir darbeyi savuşturduktan sonra yargıyı da Cemaate teslim etme operasyonuna girişti desek yanlış olmaz sanırım. 12 Eylül 2010 (Ne tesadüf!) referandumunun temel saiki buydu
Kısa süre sonra AKP ne yaptığını anladı ama uzunca bir süre Cemaat’e toz kondurmamaya gayret etti. Belki de bir orta yol bulunacağını düşünüyordu. Öyle olmadı. Kavga şiddetlendi ve peşine bildiğimiz gibi uğursuz bir darbe girişimi geldi.
Ancak beri yandan AKP bu darbe girişimi öncesinde çoktan başka bir “müdahale”yi uygulamaya koymuştu bile. 7 Haziran seçimleri ile tek parti iktidarını kaybetmiş, iktidarını yeniden kazanmak için Kürt meselesinde “savaş” tercihini masaya koymuştu. Bu tercihin karşılık bulması ile yine bir şiddet döngüsüne girmiş olduk. Ve sonuçta AKP (artık Erdoğan diye okuyabiliriz) iktidarını kazandı.
Belki burada şu benzetme yapılabilir. 12 Eylül öncesinde klasik anlamda devlet, iktidarını kaybetmek üzere idi. Darbenin asıl sebebi budur. Devlet böylece kendi çizdiği çerçevenin dışına çıkan toplumu bir anlamda “şiddet” ile hizaya getirme planını uygulamaya koymuş oldu. Bunda başarısız olduğunu söyleyemeyiz.
7 Haziran sonrası da buna benzerdir. AKP son 12 yılda başlattığı toplumu biçimlendirme planının sekteye uğradığını görmüş ve seçimleri –bir tür- geçersiz kılarak yeniden iktidarı kazanma yoluna gitmişti. Bunu bir baskı rejimi olmadan yapamazdı. Dolayısıyla böylesi bir yönelime zaten 7 Haziran sonrası girmişti.
15 Temmuz darbesi işte tam da burada devreye girdi ve rejimin istediği gerekçeleri bir altın tepsi içinde sundu. Sonuçta bir yılı aşkın bir süredir OHAL rejimi içinde yaşamaktayız. Siyasetçiler, gazeteciler, hak savunucuları hapiste, binlerce insan KHK mağduru, akademisyenler, çalışanlar iş bulamaz halde. 12 Eylül’ü hiç aratmayan ama bir yandan da yeni ve belki de daha zor dinamikler içeren bir rejim altında yaşadığımız ortada. Demem şudur ki tarihte her şeyin tıpatıp benzer olduğunu söylemek yeni dinamikleri gözden kaçırmayı getirebilir, bizi “Her şey aynı” noktasına sürükleyebilir. Ama bir yanda da 37 yıldır kırılamayan bir döngü içinde olduğumuzu da görelim.
Bu döngü de kırılacak bir gün elbet. Umudu kaybetmeden.