'İçimizdeki Ses' köşesinde Norayr Olgar yazdı: Kimse hak etmez bunu. Zorla sürülmek doğduğu topraklardan, gittiği yerde teneke barakalarda yeni bir hayat kurmaya çalışmak, ektiği yeni toprağa ne çıkacağını bilmeden çapa vurmak, yetmiyormuş gibi çıkanın da gelip yakılıp yıkılıp talan edilmesi.
Dünya var olduğundan beri mülteciler de varlar. Daha doğrusunu söylemek gerekirse; koskoca bir kampta yaşadığımız bu dünya. Hikâye o değil mi, cennetten deport edilen bir kadınla bir adam iltica ettiler dünyaya. Tam da o zaman başladı bu mesele, muktedir cezalandırdı yapraklıları sırf bir elma yediler diye. Babil’den beri engelliyorlar aynı dili konuşmamızı, aynı göğü paylaşmamızı.
Suriye’de altı yıldır süren savaş, 13 milyondan fazla insanın evsizleştirilmesine, yeni yer değiştirmelere sebep oldu. Türkiye, Almanya, ABD, Rusya gibi ülkelerin bölgedeki müdahaleleri milyonları batıya doğru yalınayak yürümeye mecbur etti. Erdoğan’ın Merkel’le ve AB’yle yaptığı pazarlıklar, botlarla kaçamayanların kıyıya vuran bedenleri, kamplarda bitmek bilmeyen kötü şartlar, açlık, susuzluk yetmiyormuş gibi gittikleri ülkelerde emeklerini neredeyse bedavaya satarak yeni bir yaşama beş çocuğuyla 14 elle sarılmaya çalışan milyonlar, her gün linçle karşı karşıya kalıyor ya da Sakarya’da olduğu gibi 10 aylık hamile genç bir kadın mülteci yanında oğluyla bulunuyor tecavüz edildikten sonra öldürülmüş halde ormanlık alanda.
Bu linç kimi zaman “ucuza çalışıyorlar, biz iş bulamıyoruz” diye başka bir emekçiden gelirken, çoğu kez ise son zamanlarda Üsküdar’da, Adana’da olduğu gibi “parkta kızlarımıza laf atıyorlar”, “hırsızlık yapıyorlar, hepsi hırsız bunların” veya “Her yere dükkân açmışlar, milletin ekmeğiyle oynuyorlar...” gibi yerli milli devlet kontrolünde ve örgütlenmiş fikirler sonucunda meydana geliyor. En sonunda da işbirlikçilerini tembihlemekten geri durmayıp ‘Suriyelileri mahalleden göndermek için ‘bir hafta süreniz var’ diye bağırıyorlar ‘şanlı Türk Polisine’.
En başta da konuştuğumuz gibi herkes belirli dönemlerde payına düşeni almış, kimse hak etmez bunu. Zorla sürülmek doğduğu topraklardan, gittiği yerde teneke barakalarda yeni bir hayat kurmaya çalışmak, ektiği yeni toprağa ne çıkacağını bilmeden çapa vurmak, yetmiyormuş gibi çıkanın da gelip yakılıp yıkılıp talan edilmesi. Dört direk bir tente hastalıklarla boğuşmak.
1915’te yola çıkarılırken Ermeniler de bilmiyordu nereye gideceklerini. Deyrizor üzerinden Halep’e varan şanslıydı veya bir sonraki durak olan Marsilya’da yeni bir yaşam kurdular kendilerine ama tarih bazıları için yeniden tekerrür etti. Kesab’dan canını kurtarmak için kaçanlar yine kendilerini Hatay’da buldular, yorgun ruhları iyi tahammül etti bir önceki nesillerin acısını ve yükünü taşıyan bedenlerine. Ya da ne hissetmişlerdi, teneke barakalardan kendi evlerini, mahallelerini, dünyalarını Lübnan’da yeniden elleriyle kuracaklarını tahmin ederler miydi ?
Edemezlerdi; nereden bilebilirlerdi, Kınalıada’da bütün bir yazı “belediye de şezlongları iyi ki paralı yaptı, yoksa bu Suriyeliler hep dolduruyor burayı”, “Hepsi de medeniyetten uzak, görmemişler, gitsinler buradan” diye küstahlık ve kibir içerisinde dertlenirken birileri, onlar bilemezdi neden, ne için bizimle yaşamak zorunda kalacaklarını. Tıpkı Halep’te, Beyrut’ta teneke barakalarında yeni bir yaşam kurmaya çalışan veya Amerika’da 14 saati birkaç dolardan çalışıp bir gün daha hayatta kalma pahasına, kilisesini, okulunu, derneğini kurmaya çalışan, hayatta kalmış Ermeniler gibi.
Meseleyi yine 1915’ten önce Amerika’ya göç etmek zorunda kalmış Saroyan ailesinin en küçükleri Aram şöyle anlatıyor çocukluk anılarını yazdığı ‘Yabancı’ hikayesinde: “Öğle yemeğinden sonra öğretmenimiz Miss Clapping dersi kesti, ‘Öğle yemeği için eve giden Ermeni öğrenciler, size söylüyorum, sarımsaklı yemekler yemeyi kesin, koku tahammül sınırımı aştı artık..”
Çocukluk gururlarına yediremiyorlar tabii arkadaşlarının yanında aşağılanan Aram ve arkadaşları. Sadece aralarından Aram’ın sesi çıkıyor birden, “Camı açın o halde..” Miss Capping inanamıyor o küçük çocuğun ona cevap verdiğine ve yerinden kalkarak elinde bir cetvelle defalarca soruyor Aram’a “Ne demek istiyorsun sen?” diye. Aram tekrarlıyor. “Camı açmanızı söyledim” diye ve ekliyor: “Demek istiyorum ki öğle yemeğinde kim ne yerse yesin fark etmez, bu sınıfın havası bozuk. Buranın temiz havaya ihtiyacı var. Pencereleri açmak insanlara sarımsaksız yemek yemelerini söylemekten daha kolay.” Bu cümle müdürün odasına gönderilip dayak yemeden önceki çocuk aklıyla bütün dünyaya verdiği bir ayar.
Asıl mesele mültecilerin yaşamak zorunda bırakıldığı yeni dünyalarına adaptasyon sorunu değil, asıl mesele ona tahammül edemeyecek kadar ırkçı olmak, nereden neden geldiklerini düşünmeden nefret etmek veya genellemek hepsini ,’cihatçı’ barbarlar diye.
Asıl mesele yoksul halkı yurdundan eden çıkar savaşları, pazarlıklar; buna dur denilmedikçe her yer zaten leş gibi kokmaya devam edecek. Sen onları kucaklamadıkça, onların ülkesini yıkanlardan onlarla birlikte hesap sormadıkça, bu koku daha da baskınlaşacak; her yeri, her şeyi saracak.
Çözüm sınıfın camlarını açmak, Bulgaristan’da Yunanistan’da, Belçika’da, Urfa’da kampları yıkmak, sınırları kaldırmak. Bırakın teller, camlar, taş duvarlar bize engel olmasın yıkın, kırın, açın pencereleri; özgürlüğün temiz havası bir arada yaşayacağımız, yeniden kuracağımız daha özgür bir dünya için kucak kucak ciğerlerimize dolsun.
Tek umut; Buenos Airesli Maraşlılarla, Fresnolu Bitlislilerle, İstanbullu Haleplilerle ve nice nice mültecilerle dayanışmakta.