Suriyelilere yönelik linç girişimleri neyin işareti? Hem anaakım hem de sosyal medyadaki nefret söylemi saldırıları nasıl körüklüyor? Devletin göç politikaları neyi değiştirebilir? Helsinki Yurttaşlar Derneği Mülteci Destek Projeleri Koordinatörü Hakan Ataman ve Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi Projesi ekibinden Pınar Ensari, yaşanan gelişmeleri değerlendirdi.
Suriyelilere yönelik saldırılar geçtiğimiz hafta tırmanışa geçti. İzmir, Bornova’da üniversite öğrencisi bir kadını taciz ettiği iddia edilen bir Suriyeli mahalleli tarafından linç edildi; Ankara, Demetevler'de iki grup arasında çıkan kavga sonrası Suriyelilerin dükkanlarına saldırı düzenlendi, yapılan saldırıların sosyal medya üzerinden örgütlenen bir grup tarafından düzenlendiği ifade ediliyor. Öte yandan Gaziantep, Ünaldı Mahallesi’nde de medyaya ‘iki grup arasında kavga’ şeklinde yansıyan olaylar sonrası Suriyeli bir aile evlerinde mahsur kaldı; aile polis eşliğinde evlerinden çıkarılırken aynı bölgede bir başka Suriyeli ailenin de arabasına zarar verildi. Samsun’da da denize giren kadınların fotoğraflarını çektikleri iddia edilen iki Suriyeli genç etraftakiler tarafından darp edildi. Linç edilen gençler zabıta kulübesine sığınınca kalabalık önce kulübeye, ardından darp edilen gençleri hastaneye götürmek için olay yerine gelen ambulansa saldırdı. Yaşanan saldırılar sonrası sosyal medyada da #SuriyelilerSınırdısıEdilsin etiketiyle yapılan paylaşımlarda Suriyelilere yönelik nefret söylemi artışa geçti.
İtidal çağrısı
Yaşanan olayların ardından İçişleri Bakanlığı, Suriyelilere yönelik yıllardır devam eden bu tür saldırılar hakkında ilk defa itidal çağrısı yaptı. Açıklamada, “Suriyelilerin suç işleme oranı daha yüksek” yönündeki iddiaları yalanlayan veriler açıklandı. Buna göre, 2014-2017 yılları arasında Suriyelilerin karıştığı olaylar, Türkiye’deki toplan asayiş olaylarının sadece yüzde 1,32’ine tekabül ediyor.
Türkiye’de üç milyonun üzerinde Suriyelinin yaşadığı belirtilen açıklamada “Suriyeli misafirlerimizle gerek kendi aralarında gerekse vatandaşlarımızla zaman zaman yaşanan gerginlikler son günlerde çarpıtılarak, abartılarak toplum içinde infial yaratacak bir dille aktarılmakta; misafirperverlik ve ensar ruhuyla bağdaşmayacak şekilde, başka bir boyuta taşınmak istenmekte; bu konu bir fitne, nifak ve iç siyaset malzemesi haline getirilmeye çalışılmaktadır” ifadeleri kullanıldı.
Açıklamada ayrıca güvenlik, barınma ve yasal mevzuat açısından birçok düzenleme yapıldığı, diğer ülkelere göre daha etkin, modern ve insani yaklaşımın ortaya konduğu belirtiliyor.
OHAL sonrası…
Mültecilere destek veren insan hakları örgütleri, Suriyelilere yönelik artan nefret söylemi ve saldırılarının önlenmesinde devletin göç politikasının önemli bir rol oynayacağını söylüyor. Bunun yolu da hem yasal mevzuatın uygulanmasından hem de bir göç politikasının planlanmasından geçiyor. Helsinki Yurttaşlar Derneği Mülteci Destek Projeleri Koordinatörü Hakan Ataman’a göreyse ne uygulamada ne de planlamada yol kat edilemedi:
“İlk kez 2013’de mültecilerle ilgili bir kanun, ‘Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’ hazırlandı, 2014’te yürürlüğe girdi ama bu kanunu besleyecek eylem planı yok, politika yok, strateji yok, bütçe yok. Kanun sanki bir proje kapsamında hazırlanıp vitrin oluşturmak için ortaya sürülmüş bir araç gibi.”
Yasanın uygulanması bir kenara yasayı çiğneyen işlemlerin yapıldığını belirten Ataman, özellikle OHAL sonrası çıkartılan KHK’lar sayesinde göçmenlerin geri gönderilmesinin kolaylaştığını, geri gönderme merkezlerinde kötü muamele, işkenceye varan davranışların arttığını, mültecilerin avukatlarıyla görüştürülmediğini belirtiyor.
Ataman’a göre Suriyelilere yönelik nefret söylemi ve saldırıların artışa geçmesinde hem ekonomik sorunlar hem de Türkiye’nin Suriye politikası önem taşıyor:
“Sınıra yakın bölgedeki şehirlerden büyük kentlere göç başladı. İstanbul’da 600-700 bin civarı, İzmir’de 200 bin civarı Suriyeli yaşıyor. Buralarda da düşük ücretlerle kayıt dışı çalıştırılan işçiler, çocuk sorunu ortaya çıkmaya başladı. Bu insanların güvencesiz iş koşullarının olduğu alanlarda çalışıyor, inşaat, ayakkabı atölyeleri, tekstil atölyeleri… Yaz aylarında mevsimlik işçilerin artışı da bir faktör. Sosyal sebepler, Suriye’deki sebepler de probleme katkı sunuyor. Geçtiğimiz gün izlediğim bir televizyon kanalında programa izleyiciler tarafından gönderilen mesajlarda “Askerlerimiz Suriye’de çatışırken Suriyeliler deniz kenarında keyif yapıyor” gibi mesajlar gönderiyor ve spiker de bunları okuyordu. Hükümetin Ortadoğu politikasıyla ilgili hesapları çöktü, insan göçüne hazırlıksız yakalandı, kaynak yok. Bunlar göz önünde bulundurulunca hükümetin kısa vadede göçmen sorununun çözümü konusunda bir adım atacağından emin değilim. Suriyelilere yönelik bir vatandaşlık kanununun hazırlandığını da biliyoruz. Ama topluma açıklanmadan bu yasanın hazırlanması ayrı bir gerginlik yaratacaktır.”
"Misafir"
Türkiye’de mülteci statüsü bulunmadığı için Suriyeliler ‘misafir’ olarak tanımlanıyor. Aslında hükümetin göç politikasındaki kısa vadeli, plansız ve entegrasyona öncelik vermeyen uygulamalarına bakarak da Suriyelilerin geçici birer misafir olarak görüldüğünü söylemek mümkün. Fakat Ataman’ın diğer ülkelerdeki göç tecrübelerinden aktardığı kadarıyla, bu kadar büyük bir nüfus bir başka ülkeye göç ettiğinde büyük bir çoğunluğunun ülkesine dönmüyor. Türkiye gibi mültecilik statüsü olmayan ülkelerdeki göçmenler de üçüncü ülkeye mültecilik başvurusu yapamıyor. Yani kayıtlı 3 milyon, kayıt dışı en az 600 bin Suriyeli tabiri caizse Türkiye’de sıkışmış durumda ve hatırı sayılır bir kısmı bundan sonra burada yaşamak zorunda. Ataman, “Bu durum öngörülüp çoktan planlama yapılmaya başlanması gerekiyordu. Ama olmuyor, niçin? Bunun cevabı hükümette” diyor. İnsan hakları örgütlerinin Göç İdaresi ve hükümet yetkilileriyle görüşme yapıp yapamadıkları sorusuna da “İnsan hakları, barış, demokratikleşme gibi alanlarda çalışan STK’lar için iki üç senedir kapı duvar” cevabını veriyor.
Medyada Suriyeliler: Her sorunun günah keçisi
Hrant Dink Vakfı çatısı altında 2009’dan beri devam eden ‘Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi’ projesinin Ocak-Nisan 2017 dönemini kapsayan ve geçtiğimiz günlerde yayımlanan dört aylık raporu, Suriyelilere yönelik nefret söyleminin artışında medyanın oynadığı rolün ne olduğu konusunda önemli veriler sunuyor. Rapora göre, son dört aylık dönemde Ermenilerin ardından en çok nefret söylemine maruz kalan grup Suriyeliler oldu. Proje ekibinden Pınar Ensari, projenin başladığı senelerde basında yer bile almayan Suriyelilerin son birkaç yılda yazılı basın aracılığıyla hedef gösterilmesinin arttığını ve ülke gündeminde yer bulan birçok sorunla ilgili günah keçisi ilan edildiğini belirtiyor.
Ocak-Nisan 2017 raporunun en önemli bulgularından birinin yerel basındaki nefret söylemi içeriklerinin ulusal basından fazlalığı olduğunu vurgulayan Ensari, yaşanan saldırılarda Suriyelilerin yerel basında sıklıkla ve tehlikeli bir şekilde hedef gösterilmesinin etkili olduğunu ifade ediyor.
Yazılı basının sıklıkla Suriyelilerle ilgili yanlış ve/veya eksik bilgileri dolaşıma soktuğunu söyleyen Ensari, böylece onlara yönelik önyargı, nefret ve yabancı düşmanlığının da pekiştirilmesine hizmet edildiğini, özellikle yerleşik halk ve Suriyeli sığınmacılar arasında cereyan eden olaylarla ilgili yapılan haberlerde Suriyelilerin tanıklığına ve deneyimlerine nadiren yer verildiğini söyledi.
Yazılı basında çoğunlukla, topluma yönelik bir tehdit, kriminal unsurlar, bir rahatsızlık ve gerginlik kaynağı, olumsuz ekonomik gidişatın sorumluları olarak betimlenen Suriyelilerin en iyi ihtimalle ‘misafir’ olarak görüldüğünü açıklayan Ensari, hak temelli habercilikten uzak bir yaklaşımın Suriyelilerle ilgili haberlerde açıkça görüldüğünü ifade ediyor.