Nora Tataryan, Atina’daki Documenta’yı yerinde gezdi ve Agos için yazdı.
Documenta, 1955’ten beri her beş yılda bir Almanya’nın Kassel kentinde düzenlenen Avrupa’daki en büyük çağdaş sanat etkinliklerinden biri. Sergi, düzenlendiği ilk sene, Nazi Almanyası’nda ‘yozlaşmış’ addedildiği için yasaklanan eserleri ‘Almanlar için ders’ temasıyla sergileme işini üstlenmiş. Dolayısıyla, ortaya çıkış süreci düşünüldüğünde, Documenta için eleştirel ve alternatif bir platform diyebiliriz. Ne var ki zaman içinde her büyük organizasyonun başına geldiği üzere kurumsallaşmış ve kendi normunu oluşturmuş. Hatta 1968’de düzenlenen dördüncü Documenta, geleneksel yapısı nedeniyle, Almanya’da sanatın otonomlaşması önündeki en büyük engellerden biri olarak görülmüş ve bir dizi protesto ve müdahalenin sahnesi olmuş.
Bugün benzer bir tartışma, Documenta’nın bir ayağının Atina’ya taşınması üzerine yürütülüyor. Senelerdir aynı şehirde düzenlenen 40 milyon Euro bütçeli devasa bir sergiyi, bölgedeki politik sorunlara dikkat çekmek ve atıl haldeki sanat mekânlarını canlandırmak gayesiyle Yunanistan’a taşıma fikrinin yaratacağı tartışma; Documenta ekibi dâhil herkesin malumuydu herhalde. Özellikle Yunan toplumunun Almanya’ya dair II. Dünya Savaşı’ndan gelen hafızası, Yunanistan’ın Avrupa Birliği’ndeki konumu ve bölgedeki ekonomik kriz düşünüldüğünde bu kararı salt bir mekân değişikliği ya da estetik bir tercih olarak okumak sahiden de zor. Bu nedenle 2014’te Documenta’nın Atina’ya açılacağı haberleri yayılmaya başladığında bu karar bir tür kültürel kolonyalizm olarak algılanmış, hatta eski maliye bakanı Yanis Varoufakis bu durumun yaratacağı sanat turizmini zengin Amerikalıların fakir Afrika’ya safari ziyaretine gitmesine benzetmişti.
Şehre yayılmış bir sergi
Bu tartışmaları takip eden biri olarak Atina’ya Documenta’yı izlemeye gittiğimde kendimi bu kriz pornografisinin izlerini aramaktan alı koyamadım. Serginin teması ‘Atina’dan öğrenmek’ti belki ama, bu arzu ne kadar iyi niyetliydi ve bunun için izleyene ne kadar alan bırakılmıştı? Serginin sanat direktörü Adam Szymczyk ve ekibi bu konu üzerine bir hayli düşünmüş olacak ki, serginin kitapçığından sergi mekânlarının seçimine kadar bu işin bir gösteriye dönüşmemesi için harcanan emek kendini her alanda belli ediyordu. Documenta galerilere sıkışmış bir sergi değil, aksine Atina’ya yayılmış ve şehri kendi dinamiğiyle dönüştürmüş büyük bir organizasyon. Bütçe kısıtlamaları nedeniyle inşaatı sekiz senede tamamlanmış Atina’nın yeni çağdaş sanat Müzesi EMST, Benaki Müzesi, Antifa hareketin merkezi haline gelmiş Politeknik ve Documenta öncesi atıl halde bulunan Atina Konservatuarı, serginin ana mekânları arasında yer alıyor. Bunun yanı sıra şehir için önemli olan mahalleler, parklar, yollar ve halka açık birçok alan da Documenta’nın sergi mekânına dönüşmüş durumda. Eş zamanlı düzenlenen atölyeler, performanslar ve radyo programları da hesaba katıldığında dışlayıcı olmayan bir sergileme pratiğinden bahsetmek mümkün. Dolayısıyla bir tür kültürel kolonyalizmden ya da kriz pornografisinden bahsedeceksek dahi, Documenta’nın kendi kusurlarını da tartışmaya açacak şekilde bir alan yarattığını söylemek yanlış olmaz. Zaten bugünlerde kolonyalizmin, hele de sanat alanında, kör göze parmak olanı değil aksine kabahatinin farkında bir mahcubiyetle, onu da bir değer olarak kendine katarak yapılanı makbul.
Ne var ki sanatın ve sergideki işlerin tüm bu tartışmaları aşan ve işgalci bir küratöryal pratiğin dahi sınırlarını zorlayabilecek bir yanı var. Dolayısıyla Documenta’nın Atina’ya açılması fikriyle gelen bir başarısı varsa o da sanatçılara ve işlerine bu alanı sağlayabilmiş olması. Tüm bu arka plan ışığında sergiyi Kassel-Atina hattında tek başında büyük bir enstalasyon olarak düşünmek de mümkün ama illa bir 2017 Documenta teması bulmamız gerekirse bu Türkçe’ye ‘anlamsal çok değerlilik’ olarak çevirebileceğimiz ‘polyvalance’ olurdu herhalde. Sergideki çoğu işte tarihsellik, mekânlar arası geçişkenlik ve polifoni (çok seslilik) gibi kavramlar işlenmiş. Sanat eserlerinin çoğuna eşlik eden açıklayıcı bir yazı bulunmayışı ya da serginin kataloğu yerine sanatçıların üretim pratikleri üzerine yazılmış metinlerden oluşan bir günlük-kitap tasarımı da bu seçimi destekler nitelikte.
Sesi sergilemek
Documenta’nın Atina’daki en çarpıcı sergi mekânı bana kalırsa Odeion diye de anılan Atina Konservatuarı. Ionnis Despotopoulos’un tasarladığı ödüllü bina modern Yunan mimarisinin en güzel örneklerinden ve aslında tamamlanamamış daha büyük bir kompleksin hayata geçirebilmiş küçük bir kısmı. Mekândaki işlerin çoğu deneyim odaklı ve sesin değişik kullanımları üzerine. Joar Nango’nun konservatuarın avlusuna dünyadaki değişik yerli kabilelere ait objeleri ve müziği bir araya getirerek inşa ettiği küçük köy herkes için kullanıma açık ve bir yerleştirmeden çok komünal bir mekânı anımsatıyor. Konservatuarda bulunan bir diğer etkileyici iş ise, Atina’nın müzik araştırma Merkezi KSYME-CMRC tarafından 1970’te alınan, bir ses sentezleyicisi. ‘Synthi 100’ adındaki bu dev alet Documenta için yenilenmiş ve çağdaş müzisyenlerin kullanımına açılmış. Konservatuar için bir araya getirilmiş eserler genelde başka bir dönemde, başka bir mekânda duymayı bekleyeceğimiz seslerin Atina’da sergilenmesi ve bugün onları ne şekilde algıladığımızla ilgili. Nevin Aladağ’ın müzik enstrümanlarına dönüştürerek yeniden tasarladığı eşyalardan oluşan ‘Müzik Odası’ konservatuardaki en güçlü işlerden biri. Aladağ evlerimizde sessizce duran mobilyaları ses çıkartabilen, birbirleriyle konuşabilen canlılara dönüştürmüş ve onlardan bir oda yaratmış. Enstalasyon, izleyene hem eşyanın tabiatını sorgulatıyor hem de haftada iki kez deneysel besteci Alvin Lucier taradından icra edilen emprovize performanslarla sahiden hayat buluyor. EMST’te sergilenen avangart Sovyet besteci ve teorisyen Arseny Aacramov’un ‘Symphony of Syrens’ (Sirenlerin Senfonisi) işi ise ses ve tarihsellik üzerine çok güçlü bir çalışma. Avraamov makinelerden çıkan sesler, sirenler, top ve tüfek sesleri, deniz uçaklarının çıkarttığı gürültüler ve fabrikalardan çıkan patırtıları bir araya getirerek bir parça bestelemiş ve Ekim Devrimi’nin ardından bu endüstriyel seslerin proleter bir ütopya için nasıl içselleştirildiğini anlatmış.
Alternatif tarih yazımları
Documenta’nın bu sene kendine dert edindiği bir başka mesele de alternatif tarih yazımları. Ben kişisel olarak bu noktada Yunanistan’dan, özellikle II. Dünya Savaşı hafızasıyla ilgili olarak, daha çok sanatçının işini görmeyi isterdim ama onun yerine Almanya’nın kendi tarihiyle hesaplaşan, yer yer de dalga geçen eserler çoğunluktaydı. Hindistanlı sanatçı Nilima Sheikh’in Kaşmir efsanelerini fantastik diyebileceğimiz çizimleriyle anlattığı ‘Each Night Put Kashmir in Your Dreams’ (Kaşmir’i Düşleten Her Gece) Benaki Müzesi’ndeki en güzel işlerdendi ve bugün Kaşmir’de olup bitene dair Modi Rejimi’nin bize söylemediği birçok şeyi anlatıyordu. Yervant Giankian ve Angela Ricci Lucchi’nin 1986’da çektiği ‘Return to Khodorciurm’ (Sırakonaklar’a Dönüş) adli filmi ise Giankian’ın büyükbabasının soykırım anılarını günlüğünden okuduğu bir video çalışması. Günümüzde Ermeni Soykırımı’yla ilgili tanıklık videolarına çok rastlıyoruz ama, film, 80’lerin sonunda çekilmiş olması, yer yer yavaşlatılmış kurgusu ve alternatif bir arşivleme pratiğine işaret etmesi bakımından oldukça ilginçti. Yine Benaki Müzesi’nde sergilenen İsrailli sanatçı Roee Rosseen’in ‘Live and Die as Eva Braun’ (Eva Braun Gibi Yaşamak ve Ölmek) adlı eseri, Adolf Hitler’in metresinin ağzından yazılmış ve resmedilmiş bir kurgu-hikâye ve izleyiciye kadınların ağzından anlatılan alternatif bir tarihin nasıl olabileceğini tasvir ediyor. Banu Cennetoğlu’nun Gennadius Kütüphanesi’nde sergilenen ‘Gurbet’in Günlüğü’ isimli çalışması da yine benzer bir fikri mesele edinmiş. Sanatçı, Özgür Gündem gazetesinin eski genel yayın yönetmenlerinden Gurbetelli Ersöz tarafından yazılan gerilla günlüklerinin farklı boyutlardaki kireçtaşı parçalarına basıp tek kitaplık bir kütüphane yaratmış. İş, dokuz metre boyunda ve iki ton ağırlığında, dolayısıyla anlatılamamış bu tarihin ağırlığını izleyiciye çok güzel geçiriyor.
Documenta, Atina’da 47 mekâna yayılmış ve 160’tan fazla sanatçının işlerini barındırıyor. Dolayısıyla serginin tamamını kısa zamanda gezmek oldukça güç. Bu anlamda Atina’dan öğrenmek için Documenta’ya ihtiyaç var mı emin değilim ama Atina’da bu işlerin sergileniyor olması, yarattığı tüm tartışmayla birlikte okunduğunda hâlâ oldukça kıymetli. Documenta’nın amacına ulaşıp ulaşmadığıysa sergi bittikten sonra binaların akıbetinin ne olacağı doğrultusunda belirlenecek. Atina’daki Documenta 16 Temmuz’a kadar gezilebilir, serginin Kassel ayağı ise 10 Haziran’da başlayacak.