Suruç Katliamı'ndan sağ kurtulan Gökçe Çetin ve Merve Kanak, geçen iki yılı, dava sürecini ve adalet beklentilerini anlattı.
33 gencin hayatını alan, onlarcasının yaralandığı Suruç Katliamı’nın ikinci yıldönümü yaklaşıyor. Yaklaşık bir buçuk sene yerinde sayan dosyanın ilk duruşması 4 Mayıs’ta Urfa, Hilvan’da görüldü. Yargılanan üç sanıktan ikisi İlhami Ballı ve Deniz Büyükçelebi hala kaçakken üçüncü sanık Yakub Şahin mahkeme salonuna SEBGİS’le bile bağlanmadı. Katliamda yaşamını yitirenlerin aileleri ve müdahillik taleplerinde bulunmak isteyen kurum ve kişilerin ifadelerinin alınmasıyla başlayan duruşma 14 Temmuz’a ertelendi.
Katliamın duruşması kör topla ilerleyedursun, katliamdan sağ kurtulanlar, hayatını kaybeden arkadaşları için adalet talebini dillendirmeye devam ediyor. Suruç Aileleri ve yaralıları İnisiyatifi, Kadıköy Halitağa Caddesi'nde her ay Suruç’ta yaşamını yitiren 33 genç için 33 dakikalık oturma eylemi düzenliyor.
Suruç’tan sağ kurtulan Gökçe Çetin ve Merve Kanak, geçen iki yılı, dava sürecini ve adalet beklentilerini anlattı.
Suruç davasında 21 ay sonraki ilk duruşmaya kadar olan süreçte önce dosyaya gizlilik kararı verildi, iddianamede 18 ay sonra hazırlandı. Bu süreçte davanın açılmasını beklerken neler hissettiniz?
Gökçe Çetin: 21 ay boyunca her ay oturma yaptık. Her ay umutsuzluğa düşmeden adalet talebinde bulunduk. Adaletin gerçekleşeceğine hala inanıyoruz. Başta dosyaya gizlilik kararı konuldu, iddianame oluşturulmadı. Avukatlarımız çok çaba gösterdi.
Katliamda hayatını kaybeden arkadaşlarımızın eşyaları, verilmesine dair karar olmasına rağmen, delil olduğu gerekçesiyle ailelere verilmedi. Bu taleplerin de bir sonraki celsede değerlendirilmesine karar verildi. 21 ay boyunca bir iddianamenin oluşturulduğunu düşünmüştük ama oluşturulmamış. Ankara katliamıyla ilgili istihbarattan alınan bazı belgeler var. Onun dışında bize sunulan net bir şey yok. Duruşmada dilekçelerimizin hepsi reddedildi. Bu süreçte sadece ilçe emniyet müdürü Mehmet Yapalıal’a bir dava açıldı. Onu da kamuoyu baskısı sonunda açtılar. Ama ödül gibi 7 bin 500 lira para cezası verildi, o da telefon taksidi gibi 12 aya bölündü. Oysa Yapalıal’a verilen ceza bizce devletin birçok suçlu olduğunu kabul etmesi ve bir kişiyi suçlayarak arka planda insanların yaptıklarını örtme çabasıdır.
Merve Kanak: O gün Amara Kültür Merkezi’nin içindeydim ben. Oradan çıktıktan sonra bizim de Madımak hikayemiz var demiştim. Madımak zamanaşımına uğrayan bir davaydı. Türkiye zaten bu davaların coğrafyası. Ben adaletin devletin tarafından tecelli edebileceğine inanmıyorum. Çünkü adaleti sağlamak için önce o insanların acılarına sahip çıkmak lazım. İstenmeyen vatandaşlar olduğumuzu düşündüğümde de bu adaletin bize bir şey getirmeyeceğinin farkındayım. Suruç’un planlı yapıldığını düşünüyorum. Bizim otobüsümüz kontrol edilmedi ama giden diğer otobüslerin kontrol edildiğini biliyoruz. Aylardır aranan bir insanın Emniyet Müdürlüğü önünden elini kolunu sallayarak geçmesi nasıl mümkün oluyor, bizim Suruç gibi küçücük bir yerde GBT kaydımıza bakılırken bir IŞİD üyesi nasıl böyle bir şey yapabiliyor? Devletin konumunu nerede belirleyeceği çok önemli. Biz asıl gücümüzü arkadaşlarımızdan, STK’lardan, insan hakları savunucularından alacağız. Ama devletin yapmak istediğinin tam tersi olduk, çok daha kalabalık olduk. Adalet talebimiz her zaman olacaktır. Suruç’un emsal olabileceğini düşünüyoruz. Çünkü Ankara, Taksim, Reina, hepsi aynı politikadan beslenen saldırılar. Adalet talebimizi sürdüremezsek Suruç unutulacak ve ben 33 arkadaşım adına unutturmamayı görev biliyorum.
"Neye yol açtıklarını bilmeleri lazım"
Gökçe, 4 Mayıs’ta Urfa, Hilvan’da görülen ilk duruşmadaydın. Orada neler yaşadığınızdan bahseder misin?
G.Ç.: Urfa’da kapılarını bize açan insanların evlerinde kaldık. Dava şehir merkezinden uzakta, cezaevi kampüsü içindeydi. Başlama saati 9.00 dendi, saat 15.00’e kadar beklettiler. Sadece ailelerle birlikte 300’e yakın kişi, bir inşaat alanında, iki bankın olduğu bir yerde, toz duman içinde güneş altında saatlerce bekledik. Bizi parça parça salona alacaklarını söylediler. Mahkeme salonu büyük olduğu halde bazı arkadaşlar içeri giremedi. Kapıdaki askerler, ellerinde coplarla biber gazlarıyla savaşa gider gibi ekipmanlıydı. Salonda da bir sürü jandarma vardı. Olayı kriminalize etmeye çalıştılar. Telefonlarımız, çantalarımız hiçbir şey salona alınmadı. Yerlerde oturduk, eşyaları da birkaç kişiye emanet edip öyle içeri girdik. Telefondan bilgi yayınlamamız gazetecilere bir şey yayınlamamız yasaklandı, avukat telefonlarıyla iletişim kurulabildi. Olayı kamuoyuyla paylaşmamız istenmedi. Bu da bunu normal bir dava olarak görmediklerini gösteriyor. Aile ve müştekilerden ifade alındı. Burada aileler çocuklarını, annelerini, eşlerini kardeşlerini savunmak, kendilerini ifade etmek zorunda bırakıldılar. Bu onlar için çok ağır bir yüktü. Birşeyleri kanıtlamak zorunda değiliz ki, biz orada mağduruz. Duruşma saat 23.00’e kadar sürdü. Eşyamızı almadıkları için temel ihtiyaçlarımızı bile karşılayamadan bekledik orada. İhtiyacımız olan hiçbir şeyi aldırmadılar.
Duruşma salonunda sanık da yoktu değil mi?
G.Ç.: Sanık sandalyeleri boş. Avukatlarımız, sanık Yakup Şahıin’in getirilmesi gerektiğini, sorumluların yakalanması talebini iletti. Duruşma Ankara katliamı duruşmasıyla aynı güne getirilecekti. Talebimiz sonucunda 14 Temmuz’a alındı. İkinci duruşmada da sanığın ifadesi SEGBİS’le alınacak. Acımız büyük, o insanı karşımızda görmemiz, onun da bizi görmesi lazım. Neye yol açtıklarını bilmeleri lazım. SEGBİS bence yeterli bir sistem değil. Bir sürü suçlu var. Bedelini biz ödedik, ödemeleri gereken insanlar ödemiyor.
Aileler dışındaki müdahillik talepleri kabul edildi mi?
G.Ç.: SDGF, ESP, HDP, CHP, DBP, TTB, İstanbul, Gaziantep, Diyarbakır ve Şanlıurfa Baroları, Pir Sultan Abdal Derneği, Eğitim-Sen, Özgürlükçü Hukuçular Platformu, Demokrasi İçin Hukukçular Platformu, İnsan hakları Derneği, hepsinin müdahillik talepleri reddedildi. Bizim oraya gidişimizden Kaymakamlığın, devlet kurumlarının haberi vardı. Sınırı da legal bir şekilde geçmek için başvuruda bulunmuştuk. Devletin sonrasında olanları sahiplenmeyip mahkemenin de sahiplenen birçok kurumu da devre dışı bırakması davayı sürüncemede bırakmak istemelerinin bir kanıtıdır.
M.K. Bizim yapmak istediğimiz şey bir köprü kurmaktı, o köprü yıkıldı ve bir savaş başladı. Devletin makbul vatandaşları olmadığımız Suruç’la belirlenmiş oldu. Sosyal medyada hesaplarımıza düşen mesajlarda ‘oh olsun’ diyenler gördük. O acıyı, kardeşlik duygusunu bireysel düzlemde inşa edebilseydik diğer patlamalar olmayacaktı. Suruç siyasi bir dava olarak lanse edildi. Onlar ve biz ayrımı oluşturuldu. Kendimizi patlattığımız bile söylendi.
"Açık bir yara gibi"
Sosyal medyadaki bu hedef göstermelerin dışında kişisel ilişkilerinizde, meslek hayatınızda herhangi bir hedef göstermeye maruz kaldınız mı?
M.K: Ailem sosyal demokrat bir aile olmasına rağmen Suruç’u konuşmak istemiyorlar gibi hissediyorum. Bunu nasıl yapabildiğimi, neden orada olduğumu sorguladılar. Halbuki daha önce üç defa Suruç’ta çadır kentlerde çalışmıştım. Bu benim için yapılması gereken bir şeydi, ama bunu aileme hiç ifade edemedim. En çok desteği kendi ailemden bekledim ama bulamadım onları da anlıyorum belki de korkuyorlar ama bu söylemler yaralıyor insanı. Görünmez olmak istiyorsunuz, zaten bizi görmüyorlar da, sanki bir hata işlemişsiniz, Suruç’a gitmek kötü bir şey gibi.
Böyle düşünenlere hep şu örneği veriyorum: bize Gazze’ye Van depreminde Van’a gidiyoruz deselerdi oraya da giderdik. Bu davanın, zamanında çok değer gören Mavi Marmara’dan ne farkı var ki? İnsani bir şey için oraya gidiyorduk. Başımıza gelenlerden dolayı biz nasıl suçlanıyoruz anlamıyorum. Hırsızın hiç mi suçu yok?
Facebook’ta katliam gününün akşamında bir yazı yazmıştım, facebook’ta o yazı yayılmış Hollanda’da yaşayan kuzenim görmüş. Türkiye’ye geldiğinde bir daha böyle bir şey yapma dedi. Onu diyeceğine nasıl olduğumu sorabilirdi. Yara almamış olmama rağmen katliamdan sonra 1 ay kafam havada gezdim. Yanık et kokuyor diye dönercilerin yanından geçemiyordum. Yakınların desteğinin olmaması çok yaralayıcıyı oldu. Hala Suruç’u konuşamıyoruz. Kapalı bir kutuymuş gibi hala. Bana sen ne zaman psikolojik desteği bırakacaksın diye soruyorlar. İyi misin diye sormadan soruyor bunu. Olup bitmiş ve ‘geçmiş olsun’ denilmiş bir şey gibi düşünüyorlar ama öyle değil. Açık bir yara gibi kalmaya devam edecek.
G.Ç.: Benim bir medyaya yansıyan bir fotoğrafım vardı biraz tanınır oldum o süreçte. Aileme karşı çok büyük tepkiler geldiğini biliyorum. Kaldığımız hastanede yoğun baskı altında kaldık, tedavim olması gerektiğini yapılamadı. Fizik tedavisi gördüğüm hastanede bir görevliye, “niye yaralandığımı soruyorsunuz, sizinle paylaşamıyorum çünkü size açıkladığımda anlayacağınız düşünemiyorum amabu benim gerçeğim, Suruç’ta yaralandım’ dedim. Birkaç gün sonra hastanede adımın teröriste çıktığını duydum, ondan birkaç gün sonra da doktorum tedavimin devam edeceğini söylemişti, buna rağmen taburcu edildim. Taburcu edilirken doktur yanıma bile gelmedi. Bu bana çok koydu. Fizik tedavi öncesinde de açık yaralarımın olduğu dönem, tam iyileşmediğim halde bir ay içinde taburcu edildim. Kemiklerim doğru düzgün kaynamamıştı bile. Bacağımın kısa kaldığı bana söylenmedi. Yanlış gördüğümü iddia ettiler. Küçük bir müdahaleyle, plakayı daha uzatabilecekleri halde bunu yapmadılar.
Eve çıkıp kendi kendime pansuman yapmak, iğne vurmak zorunda kaldım. Ruhsal olarak bunları taşımak zor. Ben sıradan bir insanım, bunları taşımak zorunda değilim. Yine de iyi insanlar da var. Şu an çalıştığım okul bana gayet iyi davranılıyor. Davaya gitmek için izin alabildim. Öğretmen arkadaşlarım çok anlayışlı. Bazı insanlar bazı acıları daha kolay kabullenebiliyor ama bence zaten olması gereken de bu.
"O üç santim ölenlerin boşluğu"
Gökçe, tedavin şu an ne aşamada?
G.Ç.: TİHV bizi hiç yalnız bırakmadı, şu an psikolojik destek alıyoruz fizik tedaviye de zaman zaman destek oluyorlar. Fizik tedavi benim için kalıcı bir çözüm değil. Devlet hastanelerine gittiğimde benimle bacağımdaki 3 cm. kısalığını küçümseyen doktorlar oldu. Benim için o 3 cm ölenlerin boşluğu gibi ve kapanmasını istiyorum. Bacaklarımdaki kısalığın, kaslarımdaki eksikliğin, damar tedavilerinin ele alınması gerekiyor. Ama devlet hastanelerindeki doktorlar kısalık 4 cm üstünde olunca hayatı etkilediğini düşünüyorlar. Özel hastanelerin istedikleri rakamları da tahmin edersiniz. Benim almam gereken tedavi paralı mı olmalı? O parayı bulmak zorunda olmak istemiyorum. Devlet, fıtık tedavi süreciyle aynı süreyi verdi, 1 ay boyunca prosedür olarak fizik tedavimi yaptı. Başka bir prosedür görmedim, göreni de tanımadım. Acımızı hafifletir mi bilmiyorum ama sağlıklı olabilmemiz için daha fazlası gerekli.
Çoğumuz çok genciz 20’li yaşlardayız. Bazı şeyler tahmin edilemeyecek kadar zor oluyor. Unutman mümkün değil, her adımında o acı tekrar geliyor. İnsanlar koşarken yapamıyorsun, otobüsleri defalarca kaçırıyorsun. Kalabalıkta metrobüse binemiyorsun, insanlar itiştiriyor çünkü. Çoğu zaman korkuyorum bir yerime bir şey mi olacak diye. Bu yaştaki bir insanın fiziksel durumu bu olmamalı. Bu benin tercihim değildi. Sonuçta yüzlerce yaralı vardı, bu insanlar devlet tarafından daha iyi tedavi edilebilirdi.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
G.Ç.: Suruç’la ilgili bir belgesel çekilmişti, orada Merve’nin söylediği bir söz vardı. Biz Amara Kültür Merkezi’nin önünde çimenler zor yetiştiği için basmamaya çalışıyorduk, havuzda ördekleri beslemiştik. Bu kadar birbirimizi ve çevremizi düşünüyorduk. Merve o ördekleri bile öldürdüler demiştik. Bizim için bu kadar değerliydi tüm canlılar. Ama bize ait olan, bizde duygu yaratan her şeyi yıktılar.