Emekli Büyükelçi Temel İskit’in ‘Diplomasinin Gücü’ başlıklı kitabı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı. Kitapta, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında Ortadoğu’nun, İngiltere ve Fransa tarafından nasıl şekillendirildiği ele alınıyor. İskit’le günümüzde Ortadoğu’da yaşanan süreci ve Türkiye’nin dış politikasını konuştuk.
Kitabınızda ayrıntılı bir biçimde ele aldığınız 1916’da İngiltere ve Fransa arasında imzalanan Sykes-Picot Antlaşması bugün Ortadoğu için ne anlam ifade ediyor? Ortadoğu üzerine yapılan güncel analizlerde sık sık ‘Sykes-Picot Anlaşması’na atıf yapılıyor. Günümüz için bu anlaşmanın önemi nedir?
Sykes-Picot Anlaşması 1. Dünya Savaşı’nda ortaya çıkan uluslararası konjonktürün bir ürünü aslında. Hatta savaşın başlangıcındaki şartların bir ürünü olduğunu söylemek daha doğru olur. Anlaşma, çökmekte olan Osmanlı’yı İngiltere ve Fransa’nın paylaşma arzusunun bir sonucudur. Bunu tetikleyen de Rusların meşhur sıcak denizlere inme ihtirasıdır. 1917 Ekim Devrimi öncesinde Rusya dünya sahnesinde bir aktördü ama Ortadoğu’da yoktu. Osmanlı mirası için İngiltere ve Fransa, Rusya’yı devre dışı bırakıp Sykes-Picot Anlaşması’nı imzalıyorlar. Fransa’nın o dönem Ortadoğu’daki etkisi aslında İngiltere kadar değil. İngiltere Mısır’a, Arabistan’a ve Basra Körfezi’ne hakim. Fransa ise sadece Lübnan’da etkili; Suriye’de kültürel ağırlığı var ama siyasi gücü pek yok. Buna rağmen Fransa bu anlaşmayla Ortadoğu’da güç kazanıyor. Filistin sorunu hariç hemen her konuda İngiltere ve Fransa anlaşıyorlar. Ama aslında bugün bazılarının söylediğinin aksine Sykes-Picot Anlaşması günümüz için çok fazla bir anlam ifade etmiyor. Öncelikle Musul konusunda anlaşma kısa sürede bozuluyor. Musul’un Fransızlara verilmesi öngörülürken kısa süre sonra İngilizlere geçiyor. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri olarak İngiltere ve Fransa ile aynı safta olan Rusya’nın 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte bu ittifaktan kopması da ayrı bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Filistin meselesi de çözümsüz kalıyor. Araplar ise İngilizlerin kendilerine vadettiği bağımsızlığa kavuşamıyorlar.
Sykes-Picot Anlaşması bir sembol olarak önemli; dönemin iki emperyalist gücü İngiltere ve Fransa’nın sadece kendi çıkarlarını düşünerek, bölgenin şartlarını ve bölge halklarının çıkarlarını tümüyle gözardı ederek Ortadoğu’yu paylaşma çabalarının bir sonucu. Aç gözlü ve kendi çıkarından başka bir şeyi düşünmeyen emperyalist güçlerin yaptıkları paylaşımların çarpıcı bir örneği. İmzalandıktan kısa süre sonra pek çok yerinden delinen bu anlaşmanın günümüz için sembol olmaktan başka bir önemi yok.
Türkiye’nin Cumhuriyet’in kuruluşundan AKP dönemine kadar Ortadoğu’ya çok da fazla karışmayan bir dış politikası vardı. Özellikle Arap dünyasına karşı bu mesafeli tutum ideolojik bir tercih miydi? Yoksa tarihsel bir zorunluluk muydu?
Araplara mesafe alma gibi bir tutum Kemalistlerde yoktu çünkü İttihatçılar bunu zaten halletmişlerdi. Osmanlı’nın Arapça konuşulan bölgeleri zaten Cumhuriyet kurulurken dışarda kalmıştı. İttihatçılık, Türkçülük hareketi çerçevesinde Arap unsurları temizledi. Araplar arasındaki çelişki ve çatışmalar nedeniyle Türkiye Ortadoğu’da her zaman temkinli oldu. Ayrıca elbette Türkiye’nin hedefi Batılılaşma ve Avrupa’ya entegre olma olduğu için Ortadoğu’da aktif ve görünür olmak istemedi. Bu, aynı zamanda gerçekçi bir dış politika tercihidir. Unutmayalım ki soğuk savaş döneminde bölgesel gelişmeleri Batı ve Sovyet kampları belirliyordu. Yani istesek de Ortadoğu’da daha aktif olamazdık.
AKP döneminin dış politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ortadoğu’daki gelişmelerle ilgilenmek başka, bölgedeki çatışmalarda ideolojik olarak taraf olmak başka bir şey. AKP döneminde Sünni ve Osmanlı bakış açısıyla bölgeye bakılıyor. Osmanlı’nın etkisi bölgede kalmadı, artık geriye dönemeyiz. ‘Arap Baharı’ döneminde Erdoğan’ın şahsında bir prestij söz konusu oldu. Sokaktaki Arapların nezdindeki prestij o ülkelerin yöneticileri nezdinde bir prestij sanıldı. Bunun da nüfuz alanına dönüşeceği beklentisi oluştu ama bunun bir yanılgı olduğu kısa süre içinde ortaya çıktı. Arap Baharı’nda Suriye’de ne olduğu daha çabuk kavransaydı ya da Irak’taki Şii-Sünni geriliminde Sünnilerin safında yer almasaydık, daha işlevsel bir dış politika izleyebilirdik. Suriye’de Esad’ın çabuk devrileceğini sanarak ve Irak’ta Şii-Sünni gerginliğinde taraf tutarak telafisi zor yanlışlar yaptık.
Sözünü ettiğiniz tercihler 2010’dan sonra daha belirgin hale geldi. Bunda Ahmet Davutoğlu faktörü mü etkili oldu?
AKP iktidarı 2010’a hatta 2012’ye kadar ılımlı hatta demokratik denilebilecek bir dış politika izledi. Dışişleri Bakanlığı Teşkilat Kanunu çok olumlu yönde değişti. Ermenistan’la açılım yapıldı. Komşularla sıfır sorun politikası da olumluydu ve kamuoyundan destek gördü. Daha sonra iç siyaset, dış siyasetin önüne geçmeye başladı. Erdoğan’ın siyasi vizyonu dış politikaya hakim olmaya başladı ve güç artırımı tercih edildi. Bunun için de Batı’dan Doğu’ya dönüldü. Erdoğan Doğu’da kendini daha rahat hissetti çünkü Doğu’da daha çok puan kazanacağını öngördü. Arap Baharı Erdoğan’ın güç artırımı vizyonunu destekleyen bir gelişme oldu. Batı’dan da istediği desteği alamayan Erdoğan iyice Doğu’ya yöneldi. Bunda AB’nin Türkiye politikasında son dönemde yaptığı yanlışların da rolü oldu. AB de Türkiye’yi Doğu’ya itti. Bu tabloda Ahmet Davutoğlu’nun da payı büyük. Erdoğan’a istediği teorik vizyonu veren ‘Stratejik Derinlik’ söylemiyle Davutoğlu oldu. Davutoğlu faktörü ortadan kalkınca bu sefer hiçbir sınır kalmadı ve şekilci bir yaklaşım dış politikaya hakim oldu.
“Bugün Ortadoğu’da iki ‘asıl oyuncu’ var: ABD ve Rusya. Öteki oyuncular ise İran ve Suudi Arabistan. Bir de oyuncu olmaya çalışan Türkiye var. Türkiye pekala oyuncu olabilirdi ama şimdilik sadece oyuncu adayı.”
Kitabınızda Ortadoğu’da 1920’lerde ‘asıl oyuncu’nun İngiltere olduğunu belirtiyorsunuz. Bugün Ortadoğu’da ‘asıl oyuncu’ kimdir?
Bugün iki ‘asıl oyuncu’ var: ABD ve Rusya. Öteki oyuncular ise İran, Suudi Arabistan. Bir de tabii oyuncu olmaya çalışan Türkiye var. Türkiye oyuncu adayı aslında, pekala oyuncu olabilirdi ama şimdilik sadece oyuncu adayı. Oyuncuymuş gibi hareket ediyor. Ortadoğu’da ABD tek ‘asıl oyuncu’ydu ama özellikle Irak ve Suriye’de yaptığı hatalarla Rusya’ya çok büyük zemin sağladı. Eğer ABD savaş yerine diplomasiyi daha etkin kullansaydı, Rusya Ortadoğu’da bu kadar önemli bir oyuncu olamayabilirdi.
Rusya’nın ‘asıl oyuncu’lardan biri olması Türkiye’yi ve bölgeyi nasıl etkiliyor?
Türkiye, Rusya-ABD arasındaki dengeyi tutturamadı. Gelinen noktada Türkiye’nin işi çok zor. Sünni tercihinin yanı sıra Kürt unsuru da önemli bir faktör. Türkiye’nin Kürt politikası ‘Kürt fobisi’ olarak yaşanıyor. Bunun dışında bir strateji görünürde yok. Böyle olunca büyük güçler ya sizi kullanıyor ya da onların politikasına ters düşmüş oluyorsunuz. Türkiye’nin hasım olarak gördüğü PYD’nin hem Rusya hem de ABD ile arası çok iyi. Türkiye Kuzey Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi ile başarılı bir işbirliği yaptı. Aynı şeyi Suriye Kürtleriyle de yapabilirdi ama yapmadı.
2013-2015 arasında çözüm sürecinde durum farklıydı. Ne oldu da bu noktaya gelindi?
Çözüm sürecinden vazgeçilmesiyle birlikte PYD düşman ilan edildi. Bunda tümüyle iç siyaset belirleyici oldu. Daha doğrusu Erdoğan’ın iç siyasetteki tercihleri belirleyici oldu. Dış siyasette bunu gerektiren hiçbir şey yoktu.
ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın Ortadoğu politikası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Trump’ın birtakım denemelerden sonra Obama’nın Ortadoğu politikasına ister istemez dönecek. Obama’nın angajmanı IŞİD’den kurtulmak ve ondan sonra bölgeden geri çekilmekti. Trump da aynı şeyi söylüyor. Ama IŞİD’in nasıl yok edileceğini kimse bilmiyor. Bu süreçte ABD’nin PYD’den vazgeçeceğini sanmıyorum çünkü IŞİD’e karşı savaşan başka bir konvansiyonel güç yok.
Bu, Türkiye’de çözüm sürecini yeniden gündeme getirmez mi?
Bu, Türkiye’deki iktidarın tercihine bağlı. Suriye Kürtleriyle anlaşmak demek, Kuzey Suriye’deki üç kantonun birleşmesini kabul etmek anlamına gelir. İktidar, bu talebi karşılayabilecek mi, bunu şimdiden söylemek zor. 16 Nisan’daki referandumdan sonra iktidarın nereye kadar taviz vereceğini bilemiyoruz.