Uzun yıllar İsveç'in başkenti Stockholm'de yaşayan Feyyaz Kerimo, Bianet'e Cumhuriyet'in 100. yılında Süryanilerin gözünden Türkiye ve Cumhuriyet'i anlatan bir yazı kaleme aldı.
FEYYAZ KERİMO
Mezopotamya’nın eski rüzgarları, Fırat ile Dicle’nin hüzünlü akışında, Süryanilerin yürek burkan hikayelerine şahitlik eder. Bu kadim topraklarda Süryaniler, Kızılderililerin ve zencilerin yitik topraklarındaki sürgünlerini anımsatan bir biçimde kendi yurtlarından koparıldılar.
Türkiye’de bazı sol çevreler ve aydınlar, tarihsel süreç boyunca Cumhuriyet’e ve dolayısıyla Kemalizm’e olumlu bir yaklaşım sergilediler. Bunun temelinde Cumhuriyet’in “ulusal kurtuluş”un sembolü olarak görülmesi ve Kemalizm’in feodalizme karşı “ilerici hareket” olarak algılanması yatmaktadır. Ancak bu olumlama yaklaşımı, Kemalizm ve Cumhuriyet’in temelde Türklerin ulusal menfaatlerini esas almasını eleştirel bir gözle incelemeden kabul etmek anlamına gelmektedir. Bu duruş, Türk milliyetçiliği ve Kemalizm’e karşı etkin bir ideolojik mücadeleyi engellemiştir.
Kemalizm’in yapısıyla Türkiye’deki ulusal ve diğer toplumsal meselelere demokratik çözümler sunmak elbette mümkün olmadı. Türklerin uluslaşma sürecinde olumlu bir etkiye sahip olan Kemalizm, Türk ve Sünni Müslüman olmayan halklara karşı İttihat ve Terakki’nin ayrımcı, ırkçı ve asimilasyoncu politikalarını sürdürmüştür. Bu nedenle, gerçekçi bir Cumhuriyet (Kemalizm) değerlendirmesi yapabilmek için, sadece Türkler için değil, tüm ezilen halklar için ne anlama geldiğini de ele almak gerekmektedir.
Bizi önce Kızılderili yaptılar
Kızılderililerin maruz kaldığı soykırım, Amerika’nın derin yaralarından biridir. Göz alıcı güneşin ışığında, zengin topraklarındaki mavi gölleriyle, büyük dağlarıyla, sonsuz ormanlarıyla Kızılderililerin cenneti olan bu topraklar, bir zamanlar özgürlüğün ve doğa ile uyumun simgesiydi. Ancak bu cennet, bir gün kara bulutların altında kalmış, göz alabildiğine uzanan bu topraklar, acımasızca istila edilmiş, Kızılderililerin yüzyıllardır sahip olduğu bu topraklar onların elinden alınmıştır.
Yüzyıllarca bu topraklarda hüküm süren Kızılderililer, ansızın gelen yabancıların acımasızlığına ve hırslarına maruz kalmıştır. Kadınları, anneleri, kızları; masum çocukları, bebekleri... Hepsi bu katliamın kurbanı olmuştur. Gözlerinde yaşanmış acıları taşıyan kadınlar, kucaklarında can veren çocuklarını sallamış, gözyaşlarıyla toprağa düşen kanları silmeye çalışmıştır. Özgür ruhlu çocukların çığlıkları, rüzgarla dağlara, ormanlara taşınmış, doğa bu acıya tanıklık etmiştir.
Birçok kabile, kendi topraklarından sürülmüş, kutsal kabul ettikleri alanlardan koparılmıştır. Göçler sırasında yaşanan zorluklar, hastalıklar ve açlık Kızılderilileri fiziksel ve ruhsal olarak tükenmiş bir hale getirmiştir. Kızılderililerin ruhları, beyaz adamın silahlarından daha keskin olan acımasızlık ve hırsın pençesinde kalmıştır.
Büyük Mezopotamya’nın kadim toprakları, bir zamanlar Süryanilerin cenneti ve medeniyetin beşiğiydi. Bu bereketli topraklarda, Dicle ve Fırat nehirlerinin kıyısında, tarihin ilk şafak vaktiyle başlayan bir hikâye vardı. Süryaniler, bu topraklarda dil, kültür ve inançlarını özgürce yaşarken, bir gün karanlık bulutların altında kaldılar.
1915, bu hikâyenin en karanlık dönemini işaret ediyordu. İttihat ve Terakki’nin kasvetli gölgesinde, onunla birlikte hareket eden Kürt aşiretleri de bu karanlığa ortak oldu. Turabdin’de, Botan’da, Omid’de Süryanilere yönelik bu vahşetle ne yaşlısı kaldı ne genç ne kadın ne çocuk; her bir masum, merhametsizce yok edildi. Kadınların gözlerinden süzülen yaşlar, Mezopotamya’nın kadim nehirlerine karıştı. Anaların yürek yakan feryadı semaları titreterek yankı buldu. Masumiyetin çığlığı dağlarda, vadilerde yankılanarak tarihe işlendi. Ve o kadim toprak, masumların kanıyla beslendi.
Birçok Süryani, kendi yurtlarının sınırları dışına itildi; ruhlarına dokunan kiliseleri, manastırları geride bırakmak zorunda kaldı. Kanlı soykırım yetmezmiş gibi, göç yollarında karşılaştıkları zorba iklim, hastalıklar ve kıtlık Süryanileri hem bedenen hem de ruhen yıprattı, bitkin düşürdü. Bu derin acının ardından kendi topraklarına, köklerine yabancı kılındılar. Soykırımın derin izleri, zamanın ötesinde tazeliğini ve acısını hala koruyor.
Kızılderililer ve Süryaniler
Büyük bir ağacın dalları gibi, tarih boyunca insanlık, dünyanın dört bir yanında birçok medeniyetin izlerini bıraktı. Bu izlerden ikisi, Kızılderililer ve Süryaniler, benzer trajedilerle anılarak, tarihin acı dolu sayfalarında yer buldular. Bir yanda Amerika kıtasının uçsuz bucaksız topraklarında, özgürlüğün ve bağımsızlığın sembolü olarak yaşayan Kızılderililer; diğer yanda Mezopotamya’nın bereketli topraklarında, kadim bilgeliğin ve inancın temsilcisi Süryaniler. İki farklı coğrafya, iki farklı kültür, ama maalesef benzer kaderler...
Bir zamanlar Kızılderililer, kendi topraklarında özgürce dolaşırken, büyük göçlerle, beyaz adamın baskısıyla, kendi topraklarından yokoluşa doğru sürüldü. Aynı şekilde, Süryaniler de kendi topraklarında, Mezopotamya’nın kalbinde, inançlarını, kültürlerini özgürce yaşarken, bir dönemdeki siyasi baskılar, iktidar mücadeleleri ve ırkçı bağnazlıkların karanlığıyla soykırıma uğradılar.
Kızılderililer, zorla yerlerinden edilirken, birçok şeylerini kaybettiler; kültürleri, dilleri, ritüelleri... Süryaniler de aynı şekilde, topraklarından, kiliselerinden, manastırlarından koparılarak, bir yabancılaştırma sürecine tabi tutuldular. Bir zamanlar sayıları yüz binleri bulan bu halk, tıpkı Kızılderililer gibi, soykırımın acımasız rüzgarlarıyla küçük bir topluluğa dönüştürüldüler.
Kıtası kıtaya uzak, tarihi yıllara yayılmış iki milletin, kaderlerinin öyle bir dokunuşla birbirine değdiği bir hüzün tablosu var ki... Gözlerden süzülen yaşların tuzlu hüznü, Mezopotamya’nın bereketli topraklarıyla Kızılderililerin sonsuz bozkırlarında birleşti. İki masum halk, zamanın acımasızlığında, tarihin karanlık koridorlarında aynı yankıyı buldu: Gecenin soğuk nefesinde, birbirlerinin yüreklerindeki aynı sızıyı, aynı yalnızlığı, aynı çaresizliği hissettiler. Onların kaderleri, kırık dökük bir melodi gibi tarihin sayfalarında, öyle bir hüzünle birbirine karıştı ki... Bu, sadece tarihin değil, insanlığın da unutamayacağı bir ağıttır.
Türkiye Cumhuriyeti’nde zenci olduk
Bir milletin tarihine, kadim topraklarına ve köklerine dönüş yolu, bazen o milletin ruhunda saklı olan sırlara, bazen de yüzyılların getirdiği acılarına tanıklık eder. Bu bağlamda, Taner Akçam’ın “Yüzyıllık Apartheid” adlı derinlemesine eseri, Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumsal dokusundaki ayrımcılığın, yüzlerce yıl süren bir sürecin ürünü olduğunu nazikçe işaret eder. Akçam’ın kaleminden dökülen satırlar, Osmanlı’nın “Millet Sistemi”nden, Cumhuriyet’in “Tekçi’’ ideolojisine kadar uzanan bir ayrımcılık hikayesini aydınlatır.
Bir milletin ruhunda, yılların acısını taşıyan Süryaniler, tıpkı Amerika’nın uzak topraklarında ötekileştirilmiş zenciler gibi, Türkiye’de de benzer bir kaderle karşılaşmışlardır. Cumhuriyet’in alacakaranlık gölgesinde, Süryanilerin ruhlarına işlenen acılar, Amerika kıtasındaki zencilerin tarihle imtihanında gördükleri zulmün yankılarıyla benzerlik arz eder.
Amerika’nın sonsuz mavilikteki gökyüzü altında, altın sarısı buğday tarlalarının arasından, zencilerin kalbine dokunan bir melodi dolaşır. Bu, onların zamanın yorgun sayfalarında yazılan, hüzünlü ve derin bir destanıdır. 1955 yılında, genç Emmett Till’in masumiyetinin, beyaz bir kadının gözlerine ıslıkla cevap veren dudaklarından dolayı sökülüp alındığını hatırlayın. Bu, Amerika’nın karanlık geçmişinin sadece küçük bir kesitidir. 1960’ların başında, Rosa Parks, sadece bir otobüs koltuğunda oturarak, tüm zencilerin eşitliğinin sesini duyurdu. Martin Luther King Jr.’ın “Bir Rüyam Var” adlı efsanevi söylevi, Washington’ın tarihine, özgürlüğün ve eşitliğin zaferini kazındı.
Türkiye’nin derinliklerinde ise, Mezopotamya’nın bereketli topraklarında, Süryanilerin yürek burkan nağmeleri yükselir. Bu topraklar, ağır bir sessizliğin altında, Süryanilerin nasıl azaltıldığının, dışlandığının, ötekileştirildiğinin ve yok sayıldığının hüznünü saklar. 1930’larda, Süryanilere ait olan kutsal topraklar, sanki bir rüzgarla uçup gitmişçesine ellerinden alındı. 1950’lerde, bazı Süryani köylerinin kapıları, devletin soğuk yüzüyle kapanıverdi. 1970’lerin gölgesinde, Süryani çocuklarının dilleri, zincirlenmiş bir kuş gibi hapsedildi. 1980’lerde, onların tarihine tanıklık eden kiliseleri ve manastırları, devletin buzlu elleriyle mühürlendi. 1990’larda, Süryanilere yönelik kasvetli gölgeler, onları yurtlarından uzaklaştırdı. 2000’li yıllarda, genç bir Süryani, inancı nedeniyle zorunlu askerlik görevinde hor görüldü, dışlandı. 2010’larda ise, onların tarihlerini, kültürlerini koruma çabaları, bürokrasinin karmaşık labirentlerinde kayboldu.
İki farklı kıta, iki farklı halk, fakat aynı yara. Amerika’nın Zencileri ile Mezopotamya’nın Süryanileri, tarih boyunca, ırkçılığın ve ayrımcılığın zehirli oklarıyla nasıl yaralandıklarını, bu iki topluluğun acı dolu hikayeleriyle anlatır.
Hem Kızılderili hem de zenciyim bu memlekette
Mezopotamya’nın eski rüzgarları, Fırat ile Dicle’nin hüzünlü akışında, Süryanilerin yürek burkan hikayelerine şahitlik eder. Bu kadim topraklarda Süryaniler, Kızılderililerin ve zencilerin yitik topraklarındaki sürgünlerini anımsatan bir biçimde kendi yurtlarından koparıldılar.
Turabdin’in sakin ve mistik yamaçlarında, genç Süryani Şemun, kendi tarlasını sürerken, komşu köyün gözdağıyla ve saldırısıyla topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı. Botan’ın sarp ve yüksek dağlarında, gencecik Süryani kızı Warda, kendi dili Süryanicenin Doğu lehçesinde bir ilahi söylerken, dilinin melodisine yabancı olanlar tarafından hor görüldü. Aşağılandı.
Midyat’ın tarih kokan sokaklarında, Süryani köylü Eliyo, ürünlerini pazarda satmaya çalışırken, diğer satıcıların gölgesinde kaldı. Sözlü saldırı ve ayrımcı davranışlarla karşılaştı ve uzaklaştırıldı. Onun mütevazı tezgâhı, “gavur malı’’ diye hiçbir müşteriyle tanışmadı. Mor Gabriel Manastırı’nın sakin avlularında, genç öğrenci Yuhanna, dini eğitim almak isterken, devletin Manastır topraklarına göz dikmesi ve kapatması nedeniyle hem dil hem de din eğitiminden mahrum kaldı. Turabdin’in serin akşamlarında, Süryani hemşire Sara, bir hastanede işe başlamak isterken, soyadı yüzünden ötekileştirildi.
Süryani ailesi neden topraklarını bırakmak zorunda kalmıştı? Genç Süryani kızı Warda neden bir ilahi mırıldanırken dışlanmıştı? Süryani genç Kıryakos, üniversiteye gitmek istediğinde neden kökeni yüzünden engellenmişti? Süryani kadın Noura, iş başvurusunda bulunduğunda neden soyadının getirdiği önyargılarla karşılaşmıştı? Genç Süryani çocuk Elias, okulda kendi kültürü ve dini hakkında bilgi vermek isterken neden alay konusu olmuştu? Süryani İsteyfo, askere gittiğinde neden hem dayak yemiş hem aşağılanmış hem de sünnet kontrolü yapılmıştı? Diyarbakır’da lisede okuyan Süryani kızı Şeyno, neden hem sözlü taciz hem de etnik ve dinsel küfürle karşı karşıya kalmıştı? Süryani fabrika işçisi Aho amca, oğluna Sargon adını koymak istediğinde neden nüfus dairesinde “Türkçe değil, olmaz’’ ret cevabını almıştı?
Toprakların sessiz çığlığı
Mezopotamya’nın kadim rüzgarları, Dicle ile Fırat’ın masalsı birleşiminde, Süryanilerin nağmelerini taşır. O hüzünlü ezgiler, bir ulusun yıllar süren sancılarını, acılarını ve umutlarını dile getirir. Bir zamanlar Amerika’nın ormanlarında Kızılderililerin toprakları gasp edilirken, Mezopotamya’nın derinliklerinde de Süryaniler, Türkiye Cumhuriyeti’nin asimilasyon rüzgarlarına karşı koyamaz hale geldi. Zencilerin Amerika sokaklarında yaşadığı ayrımcılığın gölgesinde, Süryaniler de kendi topraklarında yabancılaştırıldı, dışlandı ve sessizce yok edildi.
Fırat’ın bereketli topraklarında, Dicle’nin mavisiyle harmanlanan bu kutsal coğrafyada, ırkçı devlet politikalarının gölgesi Süryanilerin üzerine düştü. Türkiye, Hanefi Sünni Müslüman Türk kimliğini yücelterek, Süryanileri ve diğer azınlıkları hor gördü. Bu hor görme sadece sosyal yaşantıda değil, eğitimde, kültürde ve dillerinde de kendini gösterdi. Süryanice şarkılarıyla anılarını yaşatan bir nesil, kendi dilinde şarkı söylediği için cezalandırıldı, kendi inançlarıyla dua ettiği için dışlandı.
Bu ırkçılığın en acımasız yüzü ise, Süryanilere yönelik gerçekleştirilen soykırımlarla ortaya çıktı. Kızılderililerin yaşadığı trajedilere paralel, Süryaniler de kendi topraklarında sürgüne, kültürlerinin yok edilmesine ve nüfuslarının azaltılmasına tanık oldular. Türkiye’nin Apartheid rejimi, Süryanileri, zencilerin yaşadığı ayrımcılığa benzer bir şekilde azalttı, dışladı, ötekileştirdi.
Bu üç milletin yürek yakan hikayeleri, tarihin karanlık sayfalarında ırkçılığın ve ayrımcılığın nasıl derin yaralar açtığını gösteriyor. Bu hikayeler hem hüzünlü bir tarihin hem de dirençle şekillenen bir umudun tanığıdır. Mezopotamya’nın toprakları, bu hikayeleri sessizce fısıldar; rüzgarlarıyla, sularıyla, taşlarıyla... Bu topraklar, adaletsizliğe, ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı koyanların, direnenlerin ve umutla yaşayanların şarkılarını sonsuzlukla anlatır.
Ben bu toprakların hem sessiz çığlığını atan Kızılderilisiyim hem de gölgede bırakılan, yüzü solan zencisi. Fırat’ın nazlı akışında, Dicle’nin derin hüznünde, her gün yeniden doğan ve her akşam hüzme hüzme solan bu Mezopotamya’da, tarihin tozlu sayfalarında adı silinmeye çalışılan, ancak direnen bir halkın, Süryanilerin, ebedi ve yankılanan sesiyim.
Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.
Feyyaz Kerimo hakkında
Öğretmen. Elazığ’da doğdu. 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra siyasi nedenlerle yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. 24 yıldır Stockholm’de bir lisede iktisat ve sosyal bilimler dersleri veriyor. Stockholm Öğretmen Yüksekokulu’nu (LHS) bitirdi. Yüksek lisansını Stockholm Öğretmen Yüksekokulu’nda eğitim dalında yaptı. Kraliyet Teknik Üniversitesi Finans Fakültesi Merkezi Bölümü’nde ‘Süryanilerde İşletmecilik Kültürü ve Çatışma Yöntemi’ konulu doktora tezinin ilk bölümünü sundu. Eğitimde uyguladığı pedagojik yöntemlerde gösterdiği başarıları nedeniyle 2006’da İsveç Kraliyet Akademisi’nce ‘Yılın Öğretmeni’ seçildi. Ödülünü veliaht Prenses Victoria verdi.