İran’da ‘bir dağ hikâyesi’

Çıplak Ayaklar Kumpanyası tarafından ilk kez 2015’te sahneye konan, Mihran Tomasyan ve Saro Usta imzalı ‘Sar’, 30 Aralık - 31 Ocak arasında Tahran’da düzenlenen Fadjr Tiyatro Festivali’nde yer aldı. Tomasyan ve Usta’yla, Ermenice müziğin geleneksel ezgilerini çağdaş bir dans performansıyla buluşturan ‘Sar’ın İran yolculuğunu konuştuk.

Sar bugüne kadar nerelerde sahnelendi?

Mihran Tomasyan: Prömiyerini Ekim 2015’te ‘Dünyada Bir Köşe’ festivalinde yaptı. Sonrasında hem Çıplak Ayaklar’ın stüdyosunda, hem Moda Sahnesi’nde oynandı; geçen yaz Lizbon’da, son olarak da geçen hafta Tahran’da izleyiciyle buluştu.

Oyun, başladığı günden bu zamana nasıl değişikliklere uğradı?

MT: Başta ismi değişti. İlk olarak ‘Kurtuluş’ta Yaşıyorum’ demiştik, sonra ‘Sar’ oldu. Ben genellikle obje-beden ilişkisine dayanan çalışmalar yapıyorum, objenin hareketinin getirdiği hikâyeyle ilgileniyorum. Burada da kâğıt üzerinden çalışıyorum. Kâğıt her seferinde aynı şekle gelmediği ve hareketlere aynı şekilde cevap vermediği için, oyun da her seferinde yeni bir heyecan taşıyor. Bu durum hem benim, hem Saro, hem de seyirci için geçerli. Oyunun sürekli değişebilen bir formu var, bu zamana kadar da birçok kez evrildiği kanaatindeyim.

Saro Usta: Ben oyunda bazı orijinal müzik kayıtlarını kullanıp onları canlı olarak bozuyorum ama sonuçta, oyunda birtakım anlar var ve bazen o anların anlamları değişebiliyor. Bazı bölümler uzuyor veya kısalıyor. O yüzden, müzik de zaman içinde değişikliklere uğradı ama yepyeni bir hal de almadı. Oyun, esnek bir yapısı olduğu için, hem sahnedekileri hem de izleyiciyi sürekli olarak sorgulamaya yöneltiyor. “‘Sar’ı bir kere izledim, bir daha izlememe gerek yok” gibi bir düşünce oluşmuyor hiçbir zaman.

Fadjr Tiyatro Festivali’ne nasıl dahil oldunuz?

MT: Festivali düzenleyenler başka bir organizasyonda ‘Sen Balık Değilsin Ki’ oyunumuzu izleyip mail atmışlardı bize; onlara son işimiz olan ‘Sar’ı da önerdim. Oyun sansür kurulundan geçti ve davet edildik. Fadjr Festivali bu yıl 35. kez düzenleniyor. Büyük bir organizasyon; yurtiçinden ve yurtdışından yüzlerce tiyatro sahnelendi. Bizim oyunumuz, şehir tiyatrosunun binasında sahnelendi. Fadjr, sokak tiyatrosu festivalini de bünyesinde barındırıyor. Tahran’ın şenlikli bir dönemine denk geldik yani.

SU: Tahran’a gitmeden internette festivale dair bilgi edinmeye çalıştık ama neredeyse hiçbir şey bulamadık. Ülkede internet kullanımı sıkıntılı olduğu için bir tanıtım yapılmadığını düşündük, ancak gittiğimizde, ansiklopedi boyutunda kitapçıklar, afiş ve broşürler hazırlandığını gördük. Şehrin her yerinde festivale dair afişler asılıydı. Oraya gidince, şehrin o halini görünce, salona girince festivalin önemini fark ettik. Gösterilerin hepsinde izdiham yaşandı. Festival süresince dört kez sahne aldık, dördünde de çok izleyici vardı. Bu durum festivalde sahnelenen diğer işler için de geçerliydi.

İran’daki Ermeni toplumuyla nasıl iletişime geçtiniz?

MT: İran’a gitmeden önce oradaki Ermenilere dair çok az bilgimiz vardı. Atalarının Anadolu’dan, oradan, buradan göç etmediğine, 1600 yılından beri orada yaşadıklarını biliyorduk. Dolayısıyla, aramızda nasıl farklılıklar olduğunu görmek bizim için önemliydi. Bu açıdan çok bilgilendik. 1600’den beri bir yere gitmemiş, yerleşik, dilini tamamen koruyan, günlük yaşantısını Ermenice sürdüren, mahallelerini, okullarını, derneklerini halen açık tutan bir toplumla karşılaştık.

Tahran’da günlük yayın yapan Alik gazetesinden Adis’le, fotoğrafçı arkadaşımız Erhan Arık vasıtasıyla iletişime geçip festivale davet etmiştik. Adis de bizi, yine Ermeni toplumundan, tiyatroyla ilgilenen Albert isimli bir arkadaşıyla tanıştırdı. Bunun üzerine, “Buraya kadar gelmişsiniz, Ermeni cemaatiyle de tanışmanız lazım, İsfahan ve Tahran’da size gösteri organize edersek gider misiniz?” diye sordular, biz de “Tamam” dedik. Aslında ertesi gün için organizasyonun nasıl yapılacağından emin değildik, ancak bir gün sonra bindik otobüse, İsfahan’a gittik. Aynı akşam, bir dernekte oyunu 150-200 kişilik bir izleyiciye sahneledik.

SU: Gittiğimiz festivalde çok fazla Ermeni izleyiciyle buluşamadık. Götürdüğümüz işlerin uluslararası okuması, analizi yapılabilir ama Ermeniler için önemini ve anlamını konuşmak da bizim için değerli olacaktı. Teknik olarak nasıl bir durumla karşılaşacağımızı bilmesek de, izleyici Ermeni olduğu için bir an önce gidip bakalım düşüncesindeydik; sonuçları da iyi oldu.

Ermeni olmayan izleyiciler ‘Sar’ı nasıl buldu?

MT: Oyunlarımız bu anlamda güzel bir yerde duruyor. Dünyanın neresinde gösteri yaparsak yapalım, bir şekilde o insanların bir tarafına hitap ediyor ve muhakkak o hitap eden yerden bir muhabbet çıkıyor.

SU: Biz bir tiyatro festivaline davetli olarak gittik. İran’da dans etmek yasak. Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın yaptığı işlerin bir tiyatro festivalinde, ‘alternatif’ bir yerde sahne alabilmesi bence güzel bir şeydi. İnsanlar tiyatro izlemeye gidiyorlar oraya ama ne ‘Sar’, ne de ‘Sen Balık Değilsin Ki’ bir tiyatro oyunu. Evet, ikisinin de hem teatral, hem de dans yapısı var, o yüzden de bir tiyatro festivalinde yer almasını çok önemli buluyorum. Program gereği, Aynı gün içinde iki oyun birden oynamak durumundaydık. Bunlara ek olarak sansür kuruluna da oynadık, dolayısıyla ‘Sar’ı bir günde toplam üç kez sahnelemiş olduk. İki gün boyunca programımız çok sıkışıktı. Bulabildiğimiz her arada, özellikle Mihran’la röportaj yapmak isteyen bir sürü insan oldu. Anladığımız kadarıyla, gazetelerin biraz sıkıntılı bir durumda olmaları, her konu hakkında yazı yazamamaları nedeniyle, blog, kişisel internet sitesi gibi araçlar çok yoğun kullanılıyor; yazarlar da, yakalamışken sanatçıyla ayaküstü konuşmak istiyorlar.

MT: Orada aşağı yukarı 10 kişiye röportaj verdim. Onlar da, gösteriyi izlerken bir yandan da analiz ettikleri için, tamamen kendi kültürlerine adapte edip bir sürü soru sordular. Bazıları bizim o dağla olan mevzumuzu, İran’ın başka bir dağına veya başörtüsüne eşit gördü.

Türkiye’de, Doğu’da sanat yapmaya dair yeterince fikir sahibi değil. Siz sanatçı olarak İran’a gittiğinizde bununla ilgili neler hissettiniz?

MT: Bulunduğumuz coğrafyada, Batı’ya göre çok zor şartlarda işler ürettiğimizi düşünüyorum. Buradan da doğuya gittiğimizde, o şartların daha da zorlaştığını görüyoruz. Sonuçta dans etmenin yasak olduğu bir coğrafyadan bahsediyoruz. İlk insanların henüz söz yokken, hareket ederek iletişim kurduğunu düşünürsek, o iletişimi kaybetmiş bir toplumdan söz ediyoruz. O anlamda çok acı verici bir durum tabii. Kadınların sahneye çıkamaması, sokakta sürekli başörtüsü takmak zorunda olması... İran’da sahnede kadın sesi olması yasak, şarkı söyleyemiyor kadınlar. Ama şunu fark ettik ki çok ciddi bir alt kültür var, o alt kültürde her şey yapılıyor. Her bastırılmış toplum gibi, orada da çok iyi sanatsal ürünler çıktığını düşünüyorum. Biz denk gelemesek de var olduğunu hissettik. Batıya doğru gittikçe sanat ürünleri plastikleşiyor.

SU: İran’daki duvarları, demir parmaklıkları çok net görebiliyorsunuz. O duvarların, demir parmaklıkların ardında gerçekten çok iyi işler yapıldığını anlayabiliyorsunuz ama onu bir turist olarak gittiğinizde gözünüzle göremiyorsunuz. Mutlaka bir delikten içeri bakmanız gerekiyor. Bir akşam, tiyatro binasının önünde bizi otele bırakacak arabayı beklerken, bir gencin breakdance yaparak para toplamasına denk geldik. Devriye gezenler var, onları gördüğü an kaçıyor. Sokakta bekleyen arkadaşları devriyeleri kolluyor, gördükleri an kendisine haber veriyorlar.



Yazar Hakkında