Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı ve VADİP (Vakıflar Arası Dayanışma ve İletişim Platformu) Başkanı Bedros Şirinoğlu’nun Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı görüşmeden çıkan manzara, Ermeni toplumunun yönetici sınıfının yıllardır aynı döngü içinde debelenip durduğunun ve yaşadıklarından hiç ders çıkarmadığının en somut göstergesi olsa gerek. Bu görüşmenin Garo Paylan’ın TBMM’de yaptığı konuşmadan sonra alelacele gerçekleşmesi zaten bize çok şey söylüyor. Yakın tarihimize damga vuran Hükümet’e ya da Devlet’e koşup “Aman ha, bu arkadaş bizden değildir” politikası, tavrı ne acıdır ki, sürüyor. Söylenen sözler çok acı: “Cemaatimizin % 99’u bu sözlerden rahatsızdır”
Gerçekten öyle midir? Hiç zannetmeyiz. Elbette Paylan ile aynı görüşten olmayanlar vardır, fakat bunun için %99 gibi bir oran vermek son derece su götürür. Fakat diyelim ki böyle olsun. Koşa koşa Cumhurbaşkanı’na gidip -amiyane tabirle- Paylan’ı “satmak” nedir?
Bu tavrı maalesef çok iyi biliyoruz. Bilhassa 1980 sonrasındaki hayatımız böyle geçti. Ne zaman Ermeni toplumunda yönetici sınıfın canını sıkan bir ses çıksa, o ses boğulmaya çalışılmış, o da olamıyorsa Devlet’in üst katlarına o isim bir anlamda “teslim” edilmiştir.
Bu kadar maceradan sonra kimileri için hâlâ bu tavrın geçer akçe olduğunu görmek, böyle adımların büyük bir rahatlık içinde atıldığına tanıklık etmek bize gelecek, yani Ermeni toplumunun geleceği için maalesef umut verici şeyler söylemiyor.
Hatırlanacaktır aynı Şirinoğlu Erdoğan’ın Ermenistanlı göçmenler hakkında yaptığı “Gerekirse sınır dışı ederiz” yollu açıklamasının ardından da yine Erdoğan ile görüşmeye koşmuş, çıkışta da “1915 soykırım değil, iki samimi arkadaşın birbirini üzmesidir, kavgasıdır” deyivermişti.
Şirinoğlu böyle düşünebilir. Ama bunu tüm Ermeni toplumuna teşmil etmesi ve Ermeni toplumu adına konuştuğunu zannetmesi, kendisini öyle sunması, Ermenilerin bu topraklardaki hakikatini de inkâr etmekten başka bir anlama gelmiyor. Açıkçası o gün Paylan’a saldıran o vekil sıralarında imkân olsa aslında Ermeni toplumunun yöneticilerinin de olabileceğini bilmek, sizi bilmeyiz ama bize ağır geliyor.
Gelelim Patrik seçimleriyle ilgili tuhaf duruma... Seçim süreci tüm duraklamalara ve ayak sürmelere rağmen kendi mantığı içinde ilerleyecekken ve öyle de olması gerekirken sürece kendi elimizle Cumhurbaşkanlığı makamını katmanın ve takvimin “referandum” ile ilişkilenmesine imkân sağlamanın mantığı nedir?
Şimdi durduk yere önümüzde ipe un serme niyetinde olan herkesin kaçıp sığınabileceği bir referandum, yani Nisan ayı eşiğimiz oldu. Buna da, öyle görünüyor ki, seçim sürecini kontrol etme niyetinde olanların ayak oyunları, perde arkası hamleleri neden oldu.
Bunun yerine ne olabilirdi? Süreç kendi çizgisi içinde ilerler artık -önceki hafta ilan edildiği gibi- Valilikten randevu filan beklenmez, gereken bildirim yapılır, eğer devlet katında engelleyici bir tutum görülürse, o zaman üst makamlara başvuru yapılabilirdi.
Ama Şirinoğlu’nun bu son hamlesiyle, süreç artık Devletin ellerine ve inisiyatifine hediye edildi. Şeffaflık, şeffaflık deyip duruyoruz. Ama halimiz de ortada. Kendi başına bir Patriklik seçimini bile beceremeyen, kendi evlatlarını devlete kötüleyen bir toplum, daha doğrusu yönetici sınıfı.
Şu son 100 yıldan, hele de son 10 yıldan hiç mi ders çıkarmaz bu insanlar?