KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

Muhasebe

Bir

Rakamlarla aram olmadı. Harf insanıyım ben. Ama muhasebe dediğin de sayısal bir şey değil özünde, hayata dair. Kısa cümleler kurasım, ufak şeyler hatırlayasım var. Köşesinin adına ‘Birdirbir! demiş insansın sen. Sonra can yoldaşın Ümit Kıvanç gazetede gece vakti terliklerle şap şap dolaşmana, “ahparig, ahparig” deyişine takılıp ‘şapparig’ diye bir lakap türetince, köşeni ‘Üçtürüç’ten sonra ‘Şapparigçe’ye evirensin. Çocuksu ve güleçsin yani. Yıllar sonra savcılar suç duyurularını yüksek sesle okurken iş köşe ismine geldiğinde bir an duraklar, sonra sanki örgüt ismiymiş gibi abartılı bir edayla ve ilk heceye vurguyla “Sanık Fırat Hrant Dink’in şaaapparigçe köşesinde yayımlanan…” diye haykıracaktı. Gülesim gelirdi her seferinde. Düşünsene, anlatmaya kalksan ne demek olduğunu, alay ediyorsun sanacaklar. Senden zaten ne anlayacaklar.

İki

Yanında geçen on yılın üzerine bir on yıl daha geçti. Çok tuhaf bir his. Artık Kapalıçarşı’da bile izine rastlanmayan bir usta-çırak ilişkisi yaşama şansım olmuş. Yaşarken de bildim kıymetini ama şimdi baktığımda neredeyse masalsı. Beni ve pek çok genci yoğurdun, büyüttün. Sevenlerinin hep istisnası oldun, dönüştürdün onları. Anlamından soydukları o güzelim deyişle, ‘hayırlara vesile oldun’. Bir korkum vardı. Anama babama bir şey olursa bir yanımda çınar olarak sen, diğer yanımda kaya olarak Baron Seropyan olacaktı. Geçen sene Sarkis Seropyan’ı, kayamı da kaybettim. Bir zaman ve mekân kapandı.

Üç

Yazılarını klavyeye pat pat vura vura yazardın. Zaten senin gibi coşkun, taşkın bir insanın sakin sakin yazı yazması beklenecek iş değil. Bu pat pat darbelerin doruk noktasını ise paragraflar arasında kullandığı üç yıldızlar oluştururdu. Ben de bu havalı üç yıldızlarına çok gülerdim. O üç yıldızların arasına söylenmesi en mümkünsüz görünen hakikati koydun. Tekmil yüreğini, aklını ve samimiyetini koydun. “Kafadan atıyorum” diye başlayan tartışmalarını hatırlıyorum sürekli. Düşünmeye ve ifade etmeye kışkırtmanı. En entelektüel tartışmaların orta yerine bir çocuğun safça sorusunu atmanı. Kara mizahla bütün kralları çırılçıplak bırakmanı.

Dört

“Hadi gel, bir büyüğümüzü ziyaret edeceğiz” demiştin, “ölmeden onu bir görmen gerek.” Yirmili yaşların heyecanı ve tezcanlılığıyla hemen çantamı takmışım omzuma. Mevsim yaz, hava sıcacık. Yaşamın tam ortası Pangaltı-Elmadağ hattıydı o gün. Surp Agop Hastanesi’nde araştırmacı yazar Kevork Pamukçiyan’ı ziyaret ettik. Kapı aralığından bu eski zaman beyefendisinin saçlarını tarayışını izledim. Zorlukla doğrularak kolonya, çikolata ikram etti bize, öleceğini bile bile. Öleceğini bile bile, sağlığından, yapacaklarından bahsettik. Hastane çıkışı o ağır havayı dağıtmak için birer külah sade dondurma almıştın. Dondurma hayattı.

Beş

Ne zamandır o dondurmalı güne döndüğümde, Ferzan Özpetek’in ‘Mükemmel Bir Gün’ filmindeki o sahne geliyor gözümün önüne. Boşandığı sorunlu kocasının iki çocuklarını elleriyle öldürdüğünden habersiz olan anne, gece vakti Roma sokaklarında dolaşmaktadır. Onun bilmediği felaketi biz çoktan izleyici olarak görmüşüzdür ve polislerin arayıp o haberi vereceğini de biliriz. O ise kocaman bir külah dondurma alıp yalamaya başlar. Dondurma mutluluktur... Sonra ölüm gelir. Dondurma son mutluluk olur. Rüya gibi hatırlanır. Hayat gibi unutulur.

Altı

Girdiğin her ortamı doldurmana, kahkahanın tokluğuna, sözünün ikna ve etki gücüne bakılıp kalabalıklı olduğun sanılmasın. Çok şeyi tek başına sırtladın. Yalnızlığın türkülerindir. Yanık değil, kırık söyledin.

Yedi

Gazetenin önünde sloganlar atıldığı, şahsına ve Ermenilere türlü çeşit hakaret ve tehdit savrulduğu günlerde, bir yandan volta atarken “Çevre esnafa da ayıp oldu” demiştin, kimselerin sahip çıkmadığı bir utancı da sırtlayara. Akşam olurken “Sen yanımdan yürüme istersen” de demiştin. Sonra önde cenazen, bir bütün gün yüzbinlerce insan ardın sıra yürüdük. İkisinin arası kısa Türkiye tarihidir.

Sekiz

Yurtseverliğin çok sınanmış bir sevdadır. Kara sevdadır hatta. “Bir kez daha anlatayım” diyerek meram anlatışın, dilinin kuruması, hep su içmen. Giderek daha fazla. Barış dili kurmak üzere çıktığın yolda ‘Türk düşmanı’ ilan edilişin. Su içişinden bile bahsedilecek olsa “Türklüğü tahkir ve tezyiften altı ay hapse mahkûm olan Ermeni gazeteci” denişi. Suyla akmayan yumru.

Dokuz

Hepsini gördü bu gözler. Katille gülümseyerek fotoğraf çeken polisleri, beyaz berelerle tribünleri doldurup “Hepimiz Ogün’üz, hepimiz Türk’üz” diye bağıranları, sümenaltı edilen raporları, kamera kayıtlarının silinişini, cinayeti ballandıra ballandıra anlatan polis konuşmalarını, cinayet döneminin devlet ve yargı mensuplarının nispet gibi terfi ettirilişini, bakanlıkların zelil AİHM ve savunmalarını, çarptırıldıkları tazminata karşı ibretlik itiraz dilekçelerini, millî mutabakat cinayetinde herkesin sorumluluğu yakartop misali birbirine fırlatışını, onuncu yılında hiçbir Ermeni kilise, vakıf ve kurumun bir başsağlığı ilanı vermeye ihtiyaç duymayışını, tanıyamaz olduklarımı, ‘dostum Hrant’ yazılarını, rantları... Affetmedim.

On

Burası bildiğin gibi. Senin öldürülebildiğin gibi. Geçenlerde Sur’dan ‘tahliye’ edilen Kürt çocukların bedenine, ruhuna Özel Harekâtçıların ettiği eziyetin görüntüleri yayınlandı. Gözlerinin nasıl kahırla ve öfkeyle dolacağını düşündüm. Aynı gece HDP milletvekili Garo Paylan Meclis’teki konuşmasında “soykırım” dedi diye linç edildi. Yıllardır haykırıp duruldu ya, “hani belge, hani belge” diye; aranan o meşhur belge, Garo Paylan’ın tutanaktan kazınan konuşmasının yerindeki asil boşluktaydı.

Ve dahası, aranan o meşhur belge, aslında sendin, sensin. Varlığın ve yokluğunla sen.

Okumaya cesareti olan beri gelsin.