MIGIRDİÇ MARGOSYAN
Eski püskü, rengi ruhsarı solmuş, hani üflesen neredeyse yerle yeksan olmaya namzet kimi kamu binalarının yanı sıra, keza hal ve ahvalleri, fiziki koşulları içler acısı bir durum arz eden devlet-i âlimizin ‘mahkeme’lerinin de ne denli bakımsızlık içinde olduklarını, bu ülkenin ‘vatandaş’ları olarak arada bir yolumuz ister istemez buralara düştüğünde esefle izledik, izliyoruz.
Yıllar yılı bu köhne binaların küf kokan, karanlık koridorlarının bir köşesini elindeki terazisiyle mekân tutmuş, gözü bağlı ‘adalet tanrıçası’nın, günün birinde kapısını çalan herkese kılı kırk yararak eşit miktarda dağıttığı haktan hukuktan nasibimizi almak için koşuşturup dururken, bu hengâmede kimilerimizin dili damağı kuruduğunda, biraz soluklanmak için merdiven altlarındaki uyduruk çay ocaklarından satın aldığımız karbonatlı çayları ya da son zamanlarda resmen sınıf atlayıp, böylece ‘millî içki’ rütbesiyle taltif edilen ekşimiş ‘ayran’ları ayaküstü yudumlarken, aynı zamanda hepimizin dilinde giderek gari pelesenge dönüşen cümleyi esefle tekrarlayıp durduk, duruyoruz.
“Allah kimseyi mahkeme kapılarına düşürmesin!”
Bu bapta, Allah’a yalvarıp yakarırken, öte taraftan da ‘hukuk devleti’ mucibince merdivenlerini aşındırıp kapısında kuyruğa girdiğimiz mahkeme salonlarında, ‘yüce yargıçlar’ tarafından alınan bilumum kararların haktan hukuktan şaşmamasını diledik ama zaman zaman bu ‘hassas terazi’nin ne idüğü belli olmayan ibresinin, ‘mahkemede dayısı olanlar’dan yana kaydığını maalesef gördük, görüyoruz.
Sonra?
Sonra, bu ahval ve şerait içinde, belki de farkında olmadan çoğumuzun diline asık suratlılığın, nemrutluğun tarifi kendiliğinden gelip yerleşti:
“Suratı surat değil, sanki mahkeme duvarı!”
Duvarları, koridorları, kısacası her tarafı, ‘Adalet mülkün temelidir’ yazılarıyla donatılıp, böylece ‘mülk’ümüzün, yani ‘devlet’imizin temelini oluşturan bu ‘adalet’ kavramına karşı gereken hassasiyeti, ister uluslararası kulvarlarda, ister misakımızın millî sınırları dahilinde acaba gösterebildik mi?
No!
No, çünkü daha düne kadar ayakta durmayı zar zor becerebilen, eski, virane adalet kapılarının yerini, son yıllarda birbirinin peşi sıra yükselen ‘adalet sarayları’ alırken, aslında memleket sathında ‘adalet’ adına değişen bir şey mafiş! Yani iş dönüp dolaşıp, eninde sonunda mahkemede dayıları olanların at oynatıp cirit attıkları kulvarlara doğru, yoluna aynı minvalde devam ediyor.
Nitekim, “bir bebekten katil yaratan karanlık zihniyet”in temsilcileri, Hrant Dink’in katledilmesi için ferman buyuran ‘yetkili zevat’ın cemi cümlesi, mülkümüzün, yüce devletimizin temeli olan adalet kapılarından on yıldan beri fellik fellik kaçarken, acaba bu utançlarıyla yaşamayı daha kaç yıl içlerine sindirirler, bilemiyorum!..